24 Mart 2010 Çarşamba

Erkmen Senan 2010 Resimleri,

Prof. Dr. Engin Beksaç'ın yazısı;

Burhaniye, Ören… Adramytteion Kazısı çalışmaları… Sıcak bir Burhaniye Öğleden sonrası…
Bir Sanat Tarihi ve Arkeoloji dostuyla ilk tanışmamız…Bir dost ile ilk tanışmamız…Anılarımızdan silinmeyecek olan bir gün…
Adramytteion Kazıalanında yaptığımız ilk ayak üstükonuşmalar…Bir dostluğun başlangıcı…
Bir usta sanatçıyıtanımamız. Onun sanatıyla tanışmamız. Farklı bir üslubu, samimi bir anlatımı tanımamız…
Hisart ‘taki görüşmeler… Sergiler…Konuşmalar
Belleğimiz de hemen şekillenen anılar… Ahmet Erkmen Senan denince hemen akla gelen bunlar mı ?
Tabiki Hayır ! Çünkü o Usta bir sanatçı ! Usta bir sanat insanı, usta bir sanatçı.
Ahmet Erkmen Senan Egeli bir Sanatçı. Eserlerinde Ege’yi soluyan, Ege’yi taşıyan bir sanatçı.
Bir Sanat Tarihçi duyarlılığıyla Sanatın tarihini kucaklayan, bir arkeolog duyarlılığıyla arkeolojiye sarılan bir sanatçı.
Sanatıyla geçmişi geleceğe taşıyan usta bir ressam. Tüm görkemiyle ışıldayan geçmişin görkemini
geleceğe aktarılmasınıve tarihin bekçiliğini görev kabul edinmiş, güçlübir yorum sahibi.
Zengin imgeler dünyasının tasarımcısı, ışıldayan renklerin mimarı, usta bir sanatçı.
Fırça darbelerinde ışıldayan geçmişi, çoşkuya dönüştüren, ama yok oluşa direnen
bir çığlığa dönüştüren bir sanat insanı, usta bir sanatçı.
Soyutla somutun ayrıştığı ince çizgide duran, formlarıyla
ama her iki yöne de göndermeler yapan bir renk ustası.
Ahmet Erkmen Senan, sanata farklı bir duyumla yaklaşan, farklıhazlar yakalayan, sanatıyla yok oluşa ve
yok edilişlere direnen eylemci bir Sanat insanı…
Ahmet Erkmen Senan sakin ama dingin, pesimist, ama direnen bir anlayışla eserler ortaya koyan bir
Sanatçı..
Selam olsun, geçmişi geleceğe taşıma onuruyla, zorbalığa direnen SANAT İNSANI, Sana ve ölümsüz sanatına…
Prof. DR. Engin Beksaç

HAKAN GÜRSOYTRAK 'ın yazısı:

GÜZERGÂH MANZARALARI

Erkmen Senan niye yapmıştır ki bu resimleri? Herkesin ona bir şeyler yaptıran sebebi kendine ait, ortaya çıkan sonuçtan niyetini görebilirim ancak. Bas bas bağırıyor Erkmen zaten, arkeoloji anlatıyor. Hiç değilse bir gün Arkeoloji Müzesini gezin diyor, lafını dinledim: Müzenin salonlarında dolaştıkça izlediğim Antik düşünce ve Klasik güzellik ile kışkırtılan muhayyile, arkeolojiyi tarihin salt bir coğrafi kazısı olarak algılanmaktan çıkararak, bugünün kavranmasına yönelik bir bellek kazısı haline dönüştürdü.

Sütunmuş mesela, göklerdeki kara bulutlara hükmeden, çapkın bir tanrı için yapılmış bir tapınağın alınlığını taşıyan, kıskanç karısının garazı mıdır, yoksa? Yer sarsılmış sanırsam, Dionysos ayinlerine kızgın akılların tanrısı, mümkündür, yerinden etmiştir onu; avucundaki üzümleri sıka sıka içtiği için elindeki şarabı, aşka kaçırdığı için genç kızları, derisi yüzülerek cezalandırılan kötü ruhlu bir satir imiş, önce düşmüş, sonra “taş” olmuşlar. Üstlerini kumlar örtmediyse ya bir paşa konağına köşe taşı ya da bir köy çeşmesine yalak olmuşlar. Atlı adamdır ya şövalye, denizci şövalyelerin kalelerine burç olmuşlar ya da bir kilisenin çan kulesi, sonra da cami merdivenlerine basamak.

Heykelmiş mesela tanrılardan aldığı tasdikle site halkının gözünün içine baka baka ayakta onurla dikilen; önce kırılmış burnu yüz üstü devrildiği zaman. Kumlar örtmüş üstünü, rüzgârların getirdiği, yağmurlar yağmış toprağında otlar bitmiş, cansız yatmış orada, mücevherleri için mezarları açılan Nekropol sakinleri gibi kaderi, kim bilir hangi borsacının gizli bahçesinde tekrar dikiliyor şimdi, artık olmayan elini uzatan güçlü kolları baktıkça iktidarını hissettiriyor sahibine. Avrupalı gezgin asilzade tarafından itibar karşılığı Kralına hediye edilmiş, Sultan'ın fermanı, onayı ile, belki de habersiz. Yöre köylüsü ırgatlarca yevmiye karşılığı, kazma kürek çıkarılmış, koca buharlı gemilerce parça parça taşınmış, denizleri, okyanusları aşmış mavi odalara doğru.

Sarı taksilerde eski kasetler senfonik rock çalar, hâlâ işitirim. İnce bir ıslık sesi duyarız Erkmen Senan arkadaşımızdan: Hem vurmalıdır, hem yaylı, hem de Şef, kendisi ayaklı bir orkestradır, yan yana alt alta üst üste gelen ritmlerden, formlardan, renklerden dem vurur, çakmak orkestrası Vivaldi'den Mevsimler'i çalar, Erkin Koray'ın “Yalnızlar Rıhtımı” misali. Resminde de imge orkestrasyonu yapar Erkmen. Bize doğru konuşur imgeleri; birer isim, sıfat ararız imgelerde. Bellek damarlarında vücut bulur imgeler. Hikâye örülmeye başlar, gevezedir imgeler birbirleriyle tartışmaya koyulurlar, hep bir ağızdan bir şeyler söylerler, başka başka şeyler de söylerler.

Drajeler, renkli ayakkabı bağları, uçuşan boyun bağları, takım elbiseler, sosyal yangınlar, katliam, alınmış haklar, verilmeyen haklar, masa üstü blokları, raflar ve envanter defterleri... “Divânelerin hemdemi divâne gerektir”. Agoraya pislemiş vurdum duymazlık. Eski hipodromların yerinde, otogarlar esiyor şimdi. Belli ki Erkmen Senan yeni şehirlerin atıkları altına gömülmüş eski şehirlerde dolaşmış, yeni çöplerden çıkarılan tarihe tanık olmuş. Manzara resmi beğenimizi, omuzlarda taşınan yıldızların konduğu otel pencerelerinden, Devlet lojmanlarının balkonlarından izlenen tarih anlayışımızı, tatil köylerinde bed and breakfast olmuş dünü ve bugünü dolaşmaya davet eder, elimizden tutarak. Müfredata uygun lise coğrafya haritaları, tarih atlasları ya da turistik, egzotik gezi rehberleri yerine kendi yağlı boya güzergâh manzaralarını boyar.

Herkes başka okuyabilir imgeleri. Erkmen Senan açık bırakır bu imkânı seyirciye. Herkesin de imgeden beklediği başka başkadır zaten. Bazısı gerçek olan ile taklidi arasında aynılık ister. Sanki herkesin her şeyi aynı görmesi mecburi imiş gibi, geleneğin şemasının değiştirilmesini istemez iktidar, istese de bunun kendi kontrolünde olmasını talep ve teftiş eder. Suret yasağı da aynılaştırmanın sonucudur. İmgeye konan yasak, ona olan inanç, ondan duyulan korkudur. Gerçekten duyulan korku iktidarın imgeyi denetleme talebidir. Modern teknik, geleneğin şemasını teknolojiye emanet etmiştir. Gerçek de hayal de dijital sahiciliğin ışık ve rengini giyinerek genelleşiyor şimdilerde. Gerçeklik için kıstas fotoğrafik sahicilik olarak kabul edilirken, Photoshop'un gerçeği süslemesinden çok daha önce, Hollywood fotojenisi yaşam biçimi olarak “arzuyu” kurgulamıştır. Kadın kahramanın kaderine, kendi kederleri imiş gibi ağlayan mahalle ablaları bir yandan ahlak derslerini de almışlardır. Kahramanla kurulan her empatinin sempatik olduğunu söyleyemiyoruz, ahlak söz konusu olduğunda. Babacan sinema işçisi Erol Taş, Türk Sineması'nın kötü adamı, filmin galası için gittiği şehirde, otobüsten inerken taşlanır. Gelişme ekonomik değerlerle tartıldıkça, teknolojik yenilik değer sisteminde neyi değiştirir? Bir dürüm ısmarlanıyor, eskortluk yapılıyor devlet görevlilerince, mesela Kurtlar Vadisi'nin kahramanına, ulusal kahramanlık nişanı takılıyor. İmge ile gerçek aynılaşıyor. Dükkân tabelaları, şirket ile aynı olduğu sanıldığı için kocaman olsun isteniyor, öteki dükkân gözükmesin diye. Kapadokya'daki kiliselerin duvarlarına kurşun sıkılıyor. Milliyetçilik tavan yapıyor, terk edilmiş mahallelerin üzerinden otobanlar geçiriliyor, mahalle isimleri “Kurtuluş” buluyor, izler kazı kazı bitmiyor. Eski öteki'nin yerine, yeni ötekiler yerleşiyor. Onların üzerinden de Soylulaştırma geçiyor. Gelenek bir daha, bir daha icat ediliyor.

Erkmen'in resimlerindeki tavır, gerçekliğin bu vesikalık foto kavranışının mübadili, kimlik kartı olmadan gezilebilen sıkıyönetim öncesi kafasındadır. Bir şemayı; cazibesi ispat edilmiş, akademik veya alışıldık piyasa şemalarından herhangi birini takip etmeden, kendi yolunu, yeni bir şema imiş gibi dayatmadan da işaret edebilme becerisindedir. İmgenin kişiye has zarafeti beklenebilir onun görselliğinden. Gerçek ile taklidinin aynı olmaması kafaları karıştırmasın, Erkmen, resimlerini parmak ucu ile yapıyor! İyi ki de öyle yapıyor. İyi ki ressamlık yapıyor, kendine has imgelerin diliyle işaret ediyor, farklı dokunuşlarla, gerçekliğin farklı okunuşlarının olabilirliğini gösteriyor. Resim parmak ucudur, resmin anlattığı da parmağın işaret ettiği. Kör göze parmak sokmaz da, kişileştirerek anlatır Erkmen'in imgeleri dertlerini, yani o taş, taş değildir, melek de değildir, o kanatlar uçurmaz, heykel de kucaklanamaz. İmgeler kişilerin onlara ait duygularıdır, yani imgeler taklidi olduğu şeylerin “hali ve vakti”dirler. Kişi olma durumu konuşur, demek ki bunlar Erkmen'in imgeleridir; o nesnelerdeki mekanın ve zamanın düşüncesidir Erkmen'in parmak ucunun işaret ettiği. “İlletin Adamları”na bakıyorum, spor salonlarında yapılan şirket ya da parti kongrelerinde, binaların dış cephelerine asılmış lider tasvirlerini görüyorum, duvardan kazınmış muhtar adayı posterlerini ve onların yırtık gözlerini görüyor, yüzlerini seçemiyorum. Fikret Mualla'nın ihbar edilişi geliyor hatırıma, gerçek ile tasviri aynılaştıran bakış iktidar şekli olarak karşımıza çıkıyor tarihten: Milletin kahramanları, illetin kahramanları oluyor. Erkmen tasviri ile gerçeğinin aynılaştırıldığı sloganları boyuyor, tasvirin tasvirini imgeleştiriyor.

İhmal edilmiş bir geçmiş ile imal edilmiş naylon, marley ve kaplama plastiğiyle inşa edilmiş kültürün estetiği... Freskin gözüne kurşun sokan, bir azizin kafasına kurşun sıkan katil, aslında kendini katleder ki maktuldür. Empati katilden değil, maktulden yanadır, yine de Klasik İdeal'i değil, gerçeği vurgular Erkmen. Netice “Faili Maktul” resimlerdir... Çağdaş Halk Resmi desem abartmış mı olurum? Kim rezaleti sahiplenmek ister ki? Rezalet nasıl aktarılır onun maktulü olmadan? Ben böyle bir şey okuyorum, şöyle görüyorum “bir gecelik patlamada 50 senelik bıtkınlık” olduğunu düşünüyorum...

Hakan Gürsoytrak
Dümen Sokak, 2010

SCENES ALONG A ROUTE

Why, one wonders, has Erkmen Senan painted these paintings? To each his own reason for doing things, and I only have the outcome of his work from which to make out his intention. Erkmen is bellowing at the top of his voice after all, it is archaeology he is speaking of. He told me to visit the Archaeology Museum, even if it were just for one day, and I followed his advice: My imagination was provoked by ancient thought and classical beauty as I wandered the halls of the museum, transforming my perception of archaeology from merely a geographical excavation of history to a mnemonic excavation aimed towards an understanding of the present.

Bearing a headpiece erected for a philandering god ruling over dark clouds -could this column be his jealous wife’s grudge? An earthquake must have struck, the God of reason, angered by Dionysian rites perhaps, displaced him; wine in hand, grapes squashed by hand, young girls smuggled away to make love, a daemonic satyr, his skin flayed as punishment, they first fell, and then turned to “stone.” If they were not covered by sand, they are now either cornerstones in the mansion of a pasha, or a water basin of a village fountain. The knight rides on horseback, yet they became bastions to the castles of the knights of the sea, or the bell-tower of a church, and then stones for the steps of a mosque.

It must have been a statue, for instance, standing proudly, gaze fixed, with approval from the gods, on the eyes of the population of the city-state; falling over headfirst, nose already broken. Covered by sand brought along by the wind, grass growing on the land watered by rain, lying lifeless, his fate similar to the inhabitants of the Necropolis, their tombs unearthed for jewellery, stands now in god knows which stockbroker’s secret garden, his new owner sensing his power as he looks at his strong arms extending his now absent hand. Presented to his king by a travelling European nobleman, in return for recognition, with the mandate, the approval of the Sultan, or perhaps unbeknownst to him. Unearthed with pickaxes and shovels by labourers and local villagers in return for daily fees, hauled piece by piece by huge steamboats, crossing seas and oceans towards blue rooms.

I still come across symphonic rock playing on old audiocassettes on car stereos in yellow cabs. Our friend Erkmen Senan whistles at high-pitch: He is both the percussion and the strings, and even the Maestro, he is a walking orchestra, he talks on about rhythms, forms, colours that adjoin side by side, or one above the other, an orchestra of lighters plays Four Seasons by Vivaldi, like Erkin Koray’s “Yalnızlar Rıhtımı.” Thus Erkmen also orchestrates images in his painting. His images speak towards us; we search for a name, for an epithet in the images. Images come into being in the vessels of memory. The narrative is gradually weaved, images talk a lot, they begin to argue with one other, they talk in unison, then they each say different things.

Chocolate-coated sweets, coloured shoelaces, fluttering scarves, three-piece suits, social fires, massacres, rights withdrawn, rights not granted in the first place, table-top paper blocks, shelves and inventory notebooks... “The ignorant enjoy the company of their like / Yet only madmen will do to keep madmen company.” Callousness that thinks nothing of defecating in the agora. Bus depots blow in the wind where old hippodromes once stood. Erkmen Senan has clearly wandered through old cities buried under the waste of the new ones, and witnessed history extracted from new waste. He holds our hand and invites us to wander through our taste in landscape painting, our understanding of history that is viewed from hotel windowsills where stars taken off shoulders are laid down for the night, and from the balconies of state lodgings, and the past and present that has become the bed and breakfast of holiday villages. Instead of high-school geography maps and historical map books in step with the curriculum, or exotic tourist guidebooks he paints oil landscapes of his own routes


Each viewer may come up with his or her own interpretation of images. Erkmen Senan leaves this door open to the viewer. Everyone expects a different thing from images. Some expect sameness of truth and representation (imitation). As if it were a must that all see the same, power does not want a change in the scheme of tradition, or when it does want change, it demands control over it and a right to inspect. The ban on representations of the face are also a result of identicalization. The ban on images is also the belief in it, or the fear felt before it. Fear from truth is manifested in the demand of the powers that be to control the image. Modern technique has surrendered the scheme of tradition to technology. These days, both reality and illusion are dressed with the light and colour of digital reality and generalized. Photographic realism is accepted as the benchmark for reality, but long before Photoshop began to adorn reality, Hollywood photogenics imagined “desire” as a life style. Older women of the neighbourhood who cried after the fate of the female protagonist, received a moral lesson in the meantime. When morals are the issue, every bridge of empathy built with the hero does not seem so sympathetic. The easy-going, paternal workingman of film, the baddie of Turkish cinema, Erol Taş is stoned as he is coming off the bus in a city he is visiting for the premiere of a film he stars in. As long as progress is measured by economic values, what can technological innovation change in the system of values? State officials order a fast-food wrap, or act as escorts, for instance the hero of the TV series Valley of the Wolves is honoured with a national hero’s medal. The image and the real become the same. Shop signs are ordered to be huge –the size of the sign also indicating the size of the company- so that the other shop cannot be seen. Bullet marks cover the walls of churches in Cappadocia. The popularity of nationalism goes through the roof, highways pass over abandoned neighbourhoods, neighbourhood names are changed to “Salvation” to redeem them, and traces cannot be erased, despite incessant scraping. The old other is replaced by a series of new others. Gentrification tramples over them. Tradition is reinvented, time and again.

The attitude in Erkmen’s painting corresponds to this passport-photo-understanding of reality, his mood is that of pre-martial law times, when one could go out without having to carry identification papers. It is in his ability to point towards his route, without imposing it as if it were a new grid, and without following any of the academic or familiar grids of proven charm. The unique elegance of the image is expected from his visuality. Be not confused by reality and its imitation not being the same, Erkmen paints with the tips of his fingers! And it’s just as well he does. It’s just as well he paints, he indicates with the language of his unique images, he reveals the possibility of different touches and different readings of reality. Painting is the tips of one’s fingers, and painting speaks of what fingers point out. Erkmen’s images do not point to the obvious, they narrate their issue by personifying it, in other words, that stone is not a stone, nor is it an angel, those wings won’t make you fly, and you can’t embrace that sculpture. Images are the sentiments of people about them, in other words, images are the “time and conditions” of things they imitate. The state of being a person speaks out, thus these are Erkmen’s images; Erkmen’s fingertips point to the thought of space and time in those objects. I look at the “Men of Disease”, I see representations of the leaders on posters on the walls of buildings at company or party congresses held in sports halls, I see the posters for headman elections scraped off the walls, I see their torn eyes, I can’t make out their faces. I remember how Fikret Mualla was turned in, the gaze that renders reality and representation the same, emerges out of history as a form of power: The heroes of the nation become the heroes of the disease. Erkmen paints slogans whose representation and reality have been rendered the same, he makes an image of the representation of representation.

The aesthetic sense of a culture built using a neglected past, and manufactured nylon, vinyl floor covering and plastic lining... The murderer who pushes a bullet into the eyeholes of a figure in a fresco, or puts a bullet into the head of a saint, in actual fact, murders himself, he is the victim. Then, empathy is expressed not towards the murderer but the victim, however Erkmen does not emphasize the Classic Ideal, but the truth. The outcome are paintings of “Victim Perpetrators”... Would I be exaggerating if I called this Contemporary Folk Painting? Who would wilfully own up to a scandal, a disgrace? How can a scandal be communicated, without being a victim of it? This is what I read, how I see it, I think there is the “weariness of 50 years in the explosion of a single night”...

Hakan Gürsoytrak
Dümen Sokak, 2010

translated by Nazım Hikmet Richard Dikbaş







1-Hagios Polyeuktos'ta 2010 Halleri
Hagios Polyeuktos in 2010 cases.(Condition)
Tual bezi üzerine akrilik
Acrylic on canvas cloth
180x300
2010
İstanbul, Küçükyalı

2-Boukeleon Sarayı'nda 2010 Halleri
Boukeleon Palace in 2010 cases.(Condition)
Tual bezi üzerine akrilik
Acrylic on canvas cloth
180x300
2010
İstanbul Küçükyalı


Apollon Smintheion/Khrysa, Gülpınar, Külahlı



Gülpınar-Apollon Smintheion tapınağı antikçağdaki adıyla TROAS bölgesinde bir kutsal alan.
Apollon Smintheion tapınağı,Kuzeybatı Anadolu'da,Biga yarımadası'nın güneybatı köşesinde eski adı ile Külahlı günümüzdeki adıyla Gülpınar Köyünde yer almakta.
Apollon Smintheion kutsal alanının eskiçağdaki ismi de KHRYSA.
APOLLON SMİNTHEİON tapınağını ve Kutsal alanını Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.COŞKUN ÖZGÜNEL başkanlığındaki ekip 1980 den beri kazmakta.
Kaynak:
SMINTHEİON-Troas'ta Bir Kutsal Alan -Prof.Dr.Coşkun Özgünel-Kültür Bak.Anıtlar Müzeler Genel müd.Yay.


Yeni yazı ve fotograflar yüklenecek...







20 Mart 2010 Cumartesi

Yuşa Tepesi Kilisesi




Dionysios Byzantios Anaplous Bosporou/Boğaziçi'nde bir gezinti kitabında Argyronion/Macar Tabya'dan başlayarak yöreyi vurguluyor diyor ki;
Hieron'un (Anadolu Kavağı) altında fazla para ödenerek satın aldığı için Argyronion* (=Para) adı verilen burun yer alır.
Petrus Gyllius Bosporo Thracio'da bu burnun adını kendi döneminde de muhafaza ettiğini söylemektedir. Gyllius ayrıca buradaki bir harabe yapının Aziz Pantelemeon'a ait olduğunu da yazmakta. Birazdan Dethier'de konuyla ilgili bilgileri okuyacaksınız. Pantelemeon'dan Procopius'da bahsetmekte. De aedeficiis 1.19
Dionysios Byzantios devam eder kitabında;
HERAKLES KLİNE (YUŞA TEPESİ), NYMPHAİON, DAPHNE PSYKHONOUS:
Ardından Herakles'in Klinesi (Yatağı) Nymphaion gelir. Ardından Daphne Psykosous (=Çılgın Defne) denilen yer gelir.
Philipp Anton Dethier Boğaziçi ve İstanbul kitabında Yuşa Tepesi için şu bilgileri veriyor;
Yuşa dağı (Devler ya da JOSHUA Dağı) eteğinde Telli Tabya karşısında Yuşa Tabyası vardır. Küçük Sütlüce İskelesinden Boğaz kıyılarının bu en yüksek dağına çıkan bir patika yolu bulunur. Denizden 140 m. kadar yüksekteki bu dağın önünden, biri kuzeydoğudaku Macar Burnu, diğeri de güneydeki Selvi Burnu olmak üzere iki burun denize sokulur. Selvi Burnu'nun güney ucunda Rus Ordusu 1833 yılından bir anıt bırakmıştır. İki burun arasında Umur Yeri koyu bulunur. Yukarıda dağın üzerinde, Iustinianos döneminde kalma PANTELEON/PANTELEMEON Kilisesi yıkıntılarının üst tarafında bir mezar ya da çukur görülür. Mezar ya da çukurun uzunluğu 6m. , genişliği ise 1,5 m. dir.
Prof. Dr. Sayın Semavi Eyice ise Bizans devrinde Boğaziçi kitabında Yuşa Tepesi'ne ve oradaki Hagios Panteleimon dediği kiliseye çok uzun değiniyor.
Uzunca sayılabilecek, içerikleri çok dolu ve önemli bilgiler içeren bu yazıları da, sizlerle önümüzdeki günlerde paylaşacağım.

*Anadolu'da Argyronion isminin adaşı olarak birçok isim görülmekte. Arga kökü Bilge Umar'ın TTA'sında Parıltılı, gümüşi anlamlarında ve arka kökünden geliyor, Dionysios'un değindiği gibi para anlamında da kullanılmış, Luvi kökenli bir isim. Arga/Argy/Arka parıltılı anlamında birçok yer, dağ, ırmak , köy antik kent ismi var Anadolu'da..Hitit kayıtlarında ARKA kökü kullanılmış.
ARGANTHONİON/SAMANLIDAĞ, ARGİSTRİ/ÇİÇEK ADASI- GÖMEÇ, ARGAİOS/KAYSERİ'DE DAĞ, ARGYZİA/, ARGOS, ARGİNOUSSAİ/DİKİLİ, BADEMLİ'DE AK ADALAR, ARGENNON/ÇEŞME YAKININDA BİR BURUN VB.









Rumelihisarı ve çevresi/Pyrrias/Hermaion'da Bizans kalıntıları

Rumelihisarı ve çevresinin Bizans dönemine kadar olan en eski ismi ilginç bir biçimde Luvi ve diğer ardılı Anadolu dillerinde de çokça görülen "uç, öncü, Hisar," anlamına gelen "Pura" kökünden kaynaklanan bir isim olduğu izlenimi veren "Pyrrias"...
Pyrrias ile ilgili kaynaklar:
İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunan Boğaziçi /Bosphorous Antik haritası
İSTANBUL TÜRK KALELERİ, Yazarı : ALBERT GABRIEL Yayınevi : TERCÜMAN 1001 TEMEL ESER Kitapta Rumelihisarı'nın eskiçağdaki isminin "Pyrrias" olduğu vurgulanıyor.
Ayrıca P.A. DETHİER'in Boğaziçi ve İstanbul kitabında 81. sayfada Rumelihisarı ile ilgili bilgilerden sonra isminin "NEON PHRURİON" yani" Yeni Hisar "olduğu belirtiliyor. Burada da "Pura" kökünün "Phrurion" olarak kullanıldığını görüyoruz.
Tepenin ismi Hermaion Tepesi. Rumelihisarı; Prof. Dr. SEMAVİ EYİCE'nin Bizans Devrinde Boğaziçi kitabında PHONEAS adıyla anılıyor. SEMAVİ EYİCE'nin kitabında gerçekten de Rumelihisarı ile ilgili çok yetkin bir inceleme yazısı var...Phoneas Ses teması, boğazın geçişlerinde oluşan sesleri anlatmakta...Ancak İstanbul Arkeoloji Müzesi haritasında ve Petrus Gyllieus'un yapıtında "İstanbul Boğazı" Phoneas Baltalimanı'na lokalize ediliyor.
Boğaziçi'nin Eskiçağ tarihi ve yer adlarıyla ilgili en geniş kaynak bence PETRUS GYLLİUS'un " Thrakio Bosporo yani "İSTANBUL BOĞAZI" adlı yapıtı. (Eren Yayınları; Latince'den Çeviren ERENDİZ ÖZBAYOĞLU) Burada 111 sayfada Hermaion Burnu ve Boğaz'ın hızlı akıntısı; Pyrrhias Kyon; Boğaz'ın en dar geçidi; Dareios'un köprüsü...adlı bölümü de mutlaka okumalı ...
Bir diğer önemli kaynak ise DİONYSİOS BYZANTİOS'un BOĞAZİÇİ'NDE BİR GEZİNTİ/ANAPLOUS BOSPOROU (YKY) adlı kitabında da PYRRHİAS KYON Kızıl köpek olarak değerlendiriliyor

Rumelihisarı ille ilgili okuduğum bir diğer önemli yapıt ise; Yüksek Mimar CAHİDE TAMER'in RUMELİHİSARI RESTORASYONU kitabı...

Pyrrias, Hermaion ve Phoneas'tan Rumelihisar ve çevresine adlı bölüm aşağıdaki linkte...
http://erkmensenan.blogspot.com/2009/12/pyrrias-hermaion-ve-phoneastan.html





























Baltalimanı/Boyacıköy Phoneas Sarnıcı? Gynaikon Limen/Kadınlar Limanı

GYNAİKON LİMEN / PORTUS MİLERİUM "KADINLAR LİMANI" (BALTALİMANI)
Dionysios Byzantios Anaplus Bosporou'da/Boğaziçi'nde Bir gezinti kitabında (Çeviren: Mehmet Fatih Yavuz) tarihsel coğrafyayı şöyle anlatıyor;
Doğuda içe girinti yapan koy, derin ve yeteri kadar geniş olup, iç kısmında kısa bir kavisle son bulur. Koyun ortasına KHEİMARRUS (Kış Deresi/Baltalimanı Deresi sularını boşaltır.
Bu adı almıştır. Çünkü yazın ortalarında kurur. Bu koyda Kadınlar Limanı vardır. Böyle adlandırılmıştır çünkü ne deniz ne de kara tarafından rahatsız edilir. Zira hem denizin dalgalarına karşı tastamam güvenlidir hem de kara tarafında şiddetli rüzgarlara karşı korunaklıdır. Ya da, bu koya giren çok sayıda balığı kadınlar erkeklerin yokluğunda tuttuğu için bu adı almıştır.

Prof. Dr. Semavi Eyice Bizans Devrinde Boğaziçi kitabında şunları yazmış;
Şimdiki Boyacıköy Sahili'nde bulunan Bizans Devrine ait sarnıç her ne kadar Boyacıköy'ü hakkındaki Rumca bir kitapta Ioannes Theologos Manastırı kalıntısı olarak gösterilmiş ise de bunu herhangi bir binaya bağlamak mümkün olmamaktadır. Vaktiyle antik bir kitabe bulunan Baltalimanı'nın Boyacıköy tarafında, yolun sonundaki kayalar üzerine yapılmış sarnıç, denizden 28m. 40 uzunluğundaki bir sarnıcın muntazam taş ve tuğla dizileri halinde yapılan bir duvarı , içerdeki suyun tazyiğini karşılamak üzere, bir dizi halinde yarım yuvarlak sekiz nişe sahiptir. Bu sarnıca dair bir makale yayınlayan N. Fıratlı* bunun gemilere su sağlamak üzere yapılmış olabileceğini yazmakta ise de , biz bunun bir manastır sarnıcı olmasını daha muhtemel görmekteyiz.

*Nezih Fıratlı, Boğaziçi'nde bir Bizans Sarnıcı- Turing Belleteni sayı:144 Ocak 1954. s. 11,13 plan ve foto ile.
Hatta bunun PHONEAS MANASTIRI'nın kalıntısı olması da mümkündür.
Sarnıcın harabeleri ile sağlam kalan kısımları üzerine inşaat yapılmış, tarihi eser bu şekilde bilinçsizce de olsa koruma altına alınmıştır şeklinde bilgilere de rastlanılmakta. Daha önceleri Baltalimanı dolayısıyla Emirgân sınırları içinde bulunan sarnıç yerleşim düzenlemeleri sırasında Hakkâk Yümnü Sokağının Reşitpaşa Mahallesine dâhil olması nedeniyle bu mahallenin sınırları içinde kalmıştır.
Prof. Dr.Semavi Eyice devam ediyor;
Baltalimanı'nın az ilerisindeki BOYACIKÖYÜ'nün kumaş boyayan sanatkarların buraya yerleşmesi ile ancak 1806'da doğduğu bilindiğine göre yerin adı ile eski tarihi arasında bir bağlantı yoktur. Yerli Rumların buraya verdikleri BAPHEOKHORİON adı eski olmayıp Boyacıköy adının tercümesidir.
(BAPHO= BOYA, KHORA=KÖY, KARİYE) ibarettir.

Aşağıdaki fotograflarda Baltalimanı Sarnıcı'nın siyah beyaz fotograflarını görüyorsunuz.
Sırayla sarnıcın içini, Sarnıcın dış cephesini ve Nezih Fıratlı'dan sarnıcın planını izliyorsunuz.




İçerenköy Mezarlığındaki Eskiçağ, Bizans kalıntıları




İçerenköy; özellikle prehistorik çağlardan itibaren buluntu veren, İstanbul Kadıköy yakasının bir semti...Roma ve Bizans ve Osmanlı dönemiyle ilgili kalıntılara da temel kazılarında sıkça rastlanıyor. İçerenköy mezarlığında gezinirken mezarlık içinde etrafa savrulmuş Bizans dönemine ait sütün gövdeleri gördüm ve makinamla görüntüledim.

18 Mart 2010 Perşembe

Çaltıdere ve Höyüğü, Akhaion Limen?

Aliğa'daki MYRİNA antik kentiyle Şakran'daki GRYNEİON/GRYNA Antik kenti arasında ÇALTIDERE var.
Orası da çok ilginç kıyı oluşumları ve tarihi kalıntıları barındıran bir küçük yazlık yerleşim.
Çaltıdere Balıkçıl Kuşların tercih ettiği küçük bir kuş ve doğa cenneti, Strabon'un Geographica'sında sözünü ettiği AKHAİON LİMEN burası olmalı.
Tay Project'in tesbit ettiği yerler arasında da Çaltıdere Höyüğü belirgin.
Çevresinde ve özellikle Değerli Arkeolog Şükrü Tül'ün Ege Gezisi belgeselinde görüntülediği ve anlattığı tepeye çıkamadım, o tepede de çok önemli kalıntılar alanı olduğunu biliyoruz.