16 Aralık 2010 Perşembe
İstanbul 2010 Halleri ve Çevre izleme melekleri resimleri
Çok değerli Arkeoloji ve Sanat Tarihi uzmanı Prof. Dr. ENGİN BEKSAÇ'ın benimle ilgili yazısını ve Sevgili Arkadaşım Ressam HAKAN GÜRSOYTRAK'ın benimle ilgili Güzergah Manzaraları" adlı makalesini NAZIM HİKMET RİCHARD DİKBAŞ'ın değerli çevirisiyle "Scenes along a route" başlığıyla birlikte aşağıda okuyabilirsiniz. Her üçüne de çok teşekkür ederim.
Prof. Dr. Engin Beksaç'ın yazısı;
Burhaniye, Ören… Adramytteion Kazısıçalışmaları… Sıcak bir Burhaniye Öğleden sonrası…
Bir Sanat Tarihi ve Arkeoloji dostuyla ilk tanışmamız…Bir dost ile ilk tanışmamız…Anılarımızdan silinmeyecek olan bir gün…
Adramytteion Kazı alanında yaptığımız ilk ayak üstü konuşmalar…Bir dostluğun başlangıcı…
Bir usta sanatçıyı tanımamız. Onun sanatıyla tanışmamız. Farklı bir üslubu, samimi bir anlatımıtanımamız…
Hisart ‘taki görüşmeler… Sergiler…Konuşmalar
Belleğimiz de hemen şekillenen anılar… Ahmet Erkmen Senan denince hemen akla gelen bunlar mı ?
Tabiki Hayır ! Çünkü o Usta bir sanatçı ! Usta bir sanat insanı, usta bir sanatçı.
Ahmet Erkmen Senan Egeli bir Sanatçı. Eserlerinde Ege’yi soluyan, Ege’yi taşıyan bir sanatçı.
Bir Sanat Tarihçi duyarlılığıyla Sanatın tarihini kucaklayan, bir arkeolog duyarlılığıyla arkeolojiye sarılan bir sanatçı.
Sanatıyla geçmişi geleceğe taşıyan usta bir ressam. Tüm görkemiyle ışıldayan geçmişin görkemini
geleceğe aktarılmasını ve tarihin bekçiliğini görev kabul edinmiş, güçlü bir yorum sahibi.
Zengin imgeler dünyasının tasarımcısı, ışıldayan renklerin mimarı, usta bir sanatçı.
Fırça darbelerinde ışıldayan geçmişi, çoşkuya dönüştüren, ama yok oluşa direnen
bir çığlığa dönüştüren bir sanat insanı, usta bir sanatçı.
Soyutla somutun ayrıştığı ince çizgide duran, formlarıyla
ama her iki yöne de göndermeler yapan bir renk ustası.
Ahmet Erkmen Senan, sanata farklı bir duyumla yaklaşan, farklı hazlar yakalayan, sanatıyla yok oluşa ve
yok edilişlere direnen eylemci bir Sanat insanı…
Ahmet Erkmen Senan sakin ama dingin, pesimist, ama direnen bir anlayışla eserler ortaya koyan bir
Sanatçı..
Selam olsun, geçmişi geleceğe taşıma onuruyla, zorbalığa direnen SANAT İNSANI, Sana ve ölümsüz sanatına…
Prof. DR. Engin Beksaç
GÜZERGÂH MANZARALARI
Erkmen Senan niye yapmıştır ki bu resimleri? Herkesin ona bir şeyler yaptıran sebebi kendine ait, ortaya çıkan sonuçtan niyetini görebilirim ancak. Bas bas bağırıyor Erkmen zaten, arkeoloji anlatıyor. Hiç değilse bir gün Arkeoloji Müzesini gezin diyor, lafını dinledim: Müzenin salonlarında dolaştıkça izlediğim Antik düşünce ve Klasik güzellik ile kışkırtılan muhayyile, arkeolojiyi tarihin salt bir coğrafi kazısı olarak algılanmaktan çıkararak, bugünün kavranmasına yönelik bir bellek kazısı haline dönüştürdü.
Sütunmuş mesela, göklerdeki kara bulutlara hükmeden, çapkın bir tanrı için yapılmış bir tapınağın alınlığını taşıyan, kıskanç karısının garazı mıdır, yoksa? Yer sarsılmış sanırsam, Dionysos ayinlerine kızgın akılların tanrısı, mümkündür, yerinden etmiştir onu; avucundaki üzümleri sıka sıka içtiği için elindeki şarabı, aşka kaçırdığı için genç kızları, derisi yüzülerek cezalandırılan kötü ruhlu bir satir imiş, önce düşmüş, sonra “taş” olmuşlar. Üstlerini kumlar örtmediyse ya bir paşa konağına köşe taşı ya da bir köy çeşmesine yalak olmuşlar. Atlı adamdır ya şövalye, denizci şövalyelerin kalelerine burç olmuşlar ya da bir kilisenin çan kulesi, sonra da cami merdivenlerine basamak.
Heykelmiş mesela tanrılardan aldığı tasdikle site halkının gözünün içine baka baka ayakta onurla dikilen; önce kırılmış burnu yüz üstü devrildiği zaman. Kumlar örtmüş üstünü, rüzgârların getirdiği, yağmurlar yağmış toprağında otlar bitmiş, cansız yatmış orada, mücevherleri için mezarları açılan Nekropol sakinleri gibi kaderi, kim bilir hangi borsacının gizli bahçesinde tekrar dikiliyor şimdi, artık olmayan elini uzatan güçlü kolları baktıkça iktidarını hissettiriyor sahibine. Avrupalı gezgin asilzade tarafından itibar karşılığı Kralına hediye edilmiş, Sultan'ın fermanı, onayı ile, belki de habersiz. Yöre köylüsü ırgatlarca yevmiye karşılığı, kazma kürek çıkarılmış, koca buharlı gemilerce parça parça taşınmış, denizleri, okyanusları aşmış mavi odalara doğru.
Sarı taksilerde eski kasetler senfonik rock çalar, hâlâ işitirim. İnce bir ıslık sesi duyarız Erkmen Senan arkadaşımızdan: Hem vurmalıdır, hem yaylı, hem de Şef, kendisi ayaklı bir orkestradır, yan yana alt alta üst üste gelen ritmlerden, formlardan, renklerden dem vurur, çakmak orkestrası Vivaldi'den Mevsimler'i çalar, Erkin Koray'ın “Yalnızlar Rıhtımı” misali. Resminde de imge orkestrasyonu yapar Erkmen. Bize doğru konuşur imgeleri; birer isim, sıfat ararız imgelerde. Bellek damarlarında vücut bulur imgeler. Hikâye örülmeye başlar, gevezedir imgeler birbirleriyle tartışmaya koyulurlar, hep bir ağızdan bir şeyler söylerler, başka başka şeyler de söylerler.
Drajeler, renkli ayakkabı bağları, uçuşan boyun bağları, takım elbiseler, sosyal yangınlar, katliam, alınmış haklar, verilmeyen haklar, masa üstü blokları, raflar ve envanter defterleri... “Divânelerin hemdemi divâne gerektir”. Agoraya pislemiş vurdum duymazlık. Eski hipodromların yerinde, otogarlar esiyor şimdi. Belli ki Erkmen Senan yeni şehirlerin atıkları altına gömülmüş eski şehirlerde dolaşmış, yeni çöplerden çıkarılan tarihe tanık olmuş. Manzara resmi beğenimizi, omuzlarda taşınan yıldızların konduğu otel pencerelerinden, Devlet lojmanlarının balkonlarından izlenen tarih anlayışımızı, tatil köylerinde bed and breakfast olmuş dünü ve bugünü dolaşmaya davet eder, elimizden tutarak. Müfredata uygun lise coğrafya haritaları, tarih atlasları ya da turistik, egzotik gezi rehberleri yerine kendi yağlı boya güzergâh manzaralarını boyar.
Herkes başka okuyabilir imgeleri. Erkmen Senan açık bırakır bu imkânı seyirciye. Herkesin de imgeden beklediği başka başkadır zaten. Bazısı gerçek olan ile taklidi arasında aynılık ister. Sanki herkesin her şeyi aynı görmesi mecburi imiş gibi, geleneğin şemasının değiştirilmesini istemez iktidar, istese de bunun kendi kontrolünde olmasını talep ve teftiş eder. Suret yasağı da aynılaştırmanın sonucudur. İmgeye konan yasak, ona olan inanç, ondan duyulan korkudur. Gerçekten duyulan korku iktidarın imgeyi denetleme talebidir. Modern teknik, geleneğin şemasını teknolojiye emanet etmiştir. Gerçek de hayal de dijital sahiciliğin ışık ve rengini giyinerek genelleşiyor şimdilerde. Gerçeklik için kıstas fotoğrafik sahicilik olarak kabul edilirken, Photoshop'un gerçeği süslemesinden çok daha önce, Hollywood fotojenisi yaşam biçimi olarak “arzuyu” kurgulamıştır. Kadın kahramanın kaderine, kendi kederleri imiş gibi ağlayan mahalle ablaları bir yandan ahlak derslerini de almışlardır. Kahramanla kurulan her empatinin sempatik olduğunu söyleyemiyoruz, ahlak söz konusu olduğunda. Babacan sinema işçisi Erol Taş, Türk Sineması'nın kötü adamı, filmin galası için gittiği şehirde, otobüsten inerken taşlanır. Gelişme ekonomik değerlerle tartıldıkça, teknolojik yenilik değer sisteminde neyi değiştirir? Bir dürüm ısmarlanıyor, eskortluk yapılıyor devlet görevlilerince, mesela Kurtlar Vadisi'nin kahramanına, ulusal kahramanlık nişanı takılıyor. İmge ile gerçek aynılaşıyor. Dükkân tabelaları, şirket ile aynı olduğu sanıldığı için kocaman olsun isteniyor, öteki dükkân gözükmesin diye. Kapadokya'daki kiliselerin duvarlarına kurşun sıkılıyor. Milliyetçilik tavan yapıyor, terk edilmiş mahallelerin üzerinden otobanlar geçiriliyor, mahalle isimleri “Kurtuluş” buluyor, izler kazı kazı bitmiyor. Eski öteki'nin yerine, yeni ötekiler yerleşiyor. Onların üzerinden de Soylulaştırma geçiyor. Gelenek bir daha, bir daha icat ediliyor.
Erkmen'in resimlerindeki tavır, gerçekliğin bu vesikalık foto kavranışının mübadili, kimlik kartı olmadan gezilebilen sıkıyönetim öncesi kafasındadır. Bir şemayı; cazibesi ispat edilmiş, akademik veya alışıldık piyasa şemalarından herhangi birini takip etmeden, kendi yolunu, yeni bir şema imiş gibi dayatmadan da işaret edebilme becerisindedir. İmgenin kişiye has zarafeti beklenebilir onun görselliğinden. Gerçek ile taklidinin aynı olmaması kafaları karıştırmasın, Erkmen, resimlerini parmak ucu ile yapıyor! İyi ki de öyle yapıyor. İyi ki ressamlık yapıyor, kendine has imgelerin diliyle işaret ediyor, farklı dokunuşlarla, gerçekliğin farklı okunuşlarının olabilirliğini gösteriyor. Resim parmak ucudur, resmin anlattığı da parmağın işaret ettiği. Kör göze parmak sokmaz da, kişileştirerek anlatır Erkmen'in imgeleri dertlerini, yani o taş, taş değildir, melek de değildir, o kanatlar uçurmaz, heykel de kucaklanamaz. İmgeler kişilerin onlara ait duygularıdır, yani imgeler taklidi olduğu şeylerin “hali ve vakti”dirler. Kişi olma durumu konuşur, demek ki bunlar Erkmen'in imgeleridir; o nesnelerdeki mekanın ve zamanın düşüncesidir Erkmen'in parmak ucunun işaret ettiği. “İlletin Adamları”na bakıyorum, spor salonlarında yapılan şirket ya da parti kongrelerinde, binaların dış cephelerine asılmış lider tasvirlerini görüyorum, duvardan kazınmış muhtar adayı posterlerini ve onların yırtık gözlerini görüyor, yüzlerini seçemiyorum. Fikret Mualla'nın ihbar edilişi geliyor hatırıma, gerçek ile tasviri aynılaştıran bakış iktidar şekli olarak karşımıza çıkıyor tarihten: Milletin kahramanları, illetin kahramanları oluyor. Erkmen tasviri ile gerçeğinin aynılaştırıldığı sloganları boyuyor, tasvirin tasvirini imgeleştiriyor.
İhmal edilmiş bir geçmiş ile imal edilmiş naylon, marley ve kaplama plastiğiyle inşa edilmiş kültürün estetiği... Freskin gözüne kurşun sokan, bir azizin kafasına kurşun sıkan katil, aslında kendini katleder ki maktuldür. Empati katilden değil, maktulden yanadır, yine de Klasik İdeal'i değil, gerçeği vurgular Erkmen. Netice “Faili Maktul” resimlerdir... Çağdaş Halk Resmi desem abartmış mı olurum? Kim rezaleti sahiplenmek ister ki? Rezalet nasıl aktarılır onun maktulü olmadan? Ben böyle bir şey okuyorum, şöyle görüyorum “bir gecelik patlamada 50 senelik bıtkınlık” olduğunu düşünüyorum...
Hakan Gürsoytrak
Dümen Sokak, 2010
SCENES ALONG A ROUTE
Why, one wonders, has Erkmen Senan painted these paintings? To each his own reason for doing things, and I only have the outcome of his work from which to make out his intention. Erkmen is bellowing at the top of his voice after all, it is archaeology he is speaking of. He told me to visit the Archaeology Museum, even if it were just for one day, and I followed his advice: My imagination was provoked by ancient thought and classical beauty as I wandered the halls of the museum, transforming my perception of archaeology from merely a geographical excavation of history to a mnemonic excavation aimed towards an understanding of the present.
Bearing a headpiece erected for a philandering god ruling over dark clouds -could this column be his jealous wife’s grudge? An earthquake must have struck, the God of reason, angered by Dionysian rites perhaps, displaced him; wine in hand, grapes squashed by hand, young girls smuggled away to make love, a daemonic satyr, his skin flayed as punishment, they first fell, and then turned to “stone.” If they were not covered by sand, they are now either cornerstones in the mansion of a pasha, or a water basin of a village fountain. The knight rides on horseback, yet they became bastions to the castles of the knights of the sea, or the bell-tower of a church, and then stones for the steps of a mosque.
It must have been a statue, for instance, standing proudly, gaze fixed, with approval from the gods, on the eyes of the population of the city-state; falling over headfirst, nose already broken. Covered by sand brought along by the wind, grass growing on the land watered by rain, lying lifeless, his fate similar to the inhabitants of the Necropolis, their tombs unearthed for jewellery, stands now in god knows which stockbroker’s secret garden, his new owner sensing his power as he looks at his strong arms extending his now absent hand. Presented to his king by a travelling European nobleman, in return for recognition, with the mandate, the approval of the Sultan, or perhaps unbeknownst to him. Unearthed with pickaxes and shovels by labourers and local villagers in return for daily fees, hauled piece by piece by huge steamboats, crossing seas and oceans towards blue rooms.
I still come across symphonic rock playing on old audiocassettes on car stereos in yellow cabs. Our friend Erkmen Senan whistles at high-pitch: He is both the percussion and the strings, and even the Maestro, he is a walking orchestra, he talks on about rhythms, forms, colours that adjoin side by side, or one above the other, an orchestra of lighters plays Four Seasons by Vivaldi, like Erkin Koray’s “Yalnızlar Rıhtımı.” Thus Erkmen also orchestrates images in his painting. His images speak towards us; we search for a name, for an epithet in the images. Images come into being in the vessels of memory. The narrative is gradually weaved, images talk a lot, they begin to argue with one other, they talk in unison, then they each say different things.
Chocolate-coated sweets, coloured shoelaces, fluttering scarves, three-piece suits, social fires, massacres, rights withdrawn, rights not granted in the first place, table-top paper blocks, shelves and inventory notebooks... “The ignorant enjoy the company of their like / Yet only madmen will do to keep madmen company.” Callousness that thinks nothing of defecating in the agora. Bus depots blow in the wind where old hippodromes once stood. Erkmen Senan has clearly wandered through old cities buried under the waste of the new ones, and witnessed history extracted from new waste. He holds our hand and invites us to wander through our taste in landscape painting, our understanding of history that is viewed from hotel windowsills where stars taken off shoulders are laid down for the night, and from the balconies of state lodgings, and the past and present that has become the bed and breakfast of holiday villages. Instead of high-school geography maps and historical map books in step with the curriculum, or exotic tourist guidebooks he paints oil landscapes of his own routes
Each viewer may come up with his or her own interpretation of images. Erkmen Senan leaves this door open to the viewer. Everyone expects a different thing from images. Some expect sameness of truth and representation (imitation). As if it were a must that all see the same, power does not want a change in the scheme of tradition, or when it does want change, it demands control over it and a right to inspect. The ban on representations of the face are also a result of identicalization. The ban on images is also the belief in it, or the fear felt before it. Fear from truth is manifested in the demand of the powers that be to control the image. Modern technique has surrendered the scheme of tradition to technology. These days, both reality and illusion are dressed with the light and colour of digital reality and generalized. Photographic realism is accepted as the benchmark for reality, but long before Photoshop began to adorn reality, Hollywood photogenics imagined “desire” as a life style. Older women of the neighbourhood who cried after the fate of the female protagonist, received a moral lesson in the meantime. When morals are the issue, every bridge of empathy built with the hero does not seem so sympathetic. The easy-going, paternal workingman of film, the baddie of Turkish cinema, Erol Taş is stoned as he is coming off the bus in a city he is visiting for the premiere of a film he stars in. As long as progress is measured by economic values, what can technological innovation change in the system of values? State officials order a fast-food wrap, or act as escorts, for instance the hero of the TV series Valley of the Wolves is honoured with a national hero’s medal. The image and the real become the same. Shop signs are ordered to be huge –the size of the sign also indicating the size of the company- so that the other shop cannot be seen. Bullet marks cover the walls of churches in Cappadocia. The popularity of nationalism goes through the roof, highways pass over abandoned neighbourhoods, neighbourhood names are changed to “Salvation” to redeem them, and traces cannot be erased, despite incessant scraping. The old other is replaced by a series of new others. Gentrification tramples over them. Tradition is reinvented, time and again.
The attitude in Erkmen’s painting corresponds to this passport-photo-understanding of reality, his mood is that of pre-martial law times, when one could go out without having to carry identification papers. It is in his ability to point towards his route, without imposing it as if it were a new grid, and without following any of the academic or familiar grids of proven charm. The unique elegance of the image is expected from his visuality. Be not confused by reality and its imitation not being the same, Erkmen paints with the tips of his fingers! And it’s just as well he does. It’s just as well he paints, he indicates with the language of his unique images, he reveals the possibility of different touches and different readings of reality. Painting is the tips of one’s fingers, and painting speaks of what fingers point out. Erkmen’s images do not point to the obvious, they narrate their issue by personifying it, in other words, that stone is not a stone, nor is it an angel, those wings won’t make you fly, and you can’t embrace that sculpture. Images are the sentiments of people about them, in other words, images are the “time and conditions” of things they imitate. The state of being a person speaks out, thus these are Erkmen’s images; Erkmen’s fingertips point to the thought of space and time in those objects. I look at the “Men of Disease”, I see representations of the leaders on posters on the walls of buildings at company or party congresses held in sports halls, I see the posters for headman elections scraped off the walls, I see their torn eyes, I can’t make out their faces. I remember how Fikret Mualla was turned in, the gaze that renders reality and representation the same, emerges out of history as a form of power: The heroes of the nation become the heroes of the disease. Erkmen paints slogans whose representation and reality have been rendered the same, he makes an image of the representation of representation.
The aesthetic sense of a culture built using a neglected past, and manufactured nylon, vinyl floor covering and plastic lining... The murderer who pushes a bullet into the eyeholes of a figure in a fresco, or puts a bullet into the head of a saint, in actual fact, murders himself, he is the victim. Then, empathy is expressed not towards the murderer but the victim, however Erkmen does not emphasize the Classic Ideal, but the truth. The outcome are paintings of “Victim Perpetrators”... Would I be exaggerating if I called this Contemporary Folk Painting? Who would wilfully own up to a scandal, a disgrace? How can a scandal be communicated, without being a victim of it? This is what I read, how I see it, I think there is the “weariness of 50 years in the explosion of a single night”...
Hakan Gürsoytrak
Dümen Sokak, 2010
translated by Nazım Hikmet Richard Dikbaş
15 Aralık 2010 Çarşamba
Küçük Ayasofya/Sts. Sergius ve Bacchus
Hipodromun güneydeki yuvarlık ucunun etkileyici alt yapısının aşağısında bulunan Sts.Sergius ve Bacchus erken Bizans döneminin günümüzde ayakta kalabilen mimari yapılarının en önemlilerindendir. Kilise 1. Justinian (527-565) ve Eşi Theodora tarafından büyük olasılıkla530-533 tarihleri arasında, önce Homisdas Sarayı'nda (justinien'in özel konutu) bulunan Monophysite cemaati için yaptırılmıştı.Justinian 527de Magnum Palation/Büyük Saray'a taşınmıştı. Kilise planı olarak dışardan dikdörtgen, içerde sekizgen biçimindedir ve büyük bir kubbe ile üstü örtülmüştür. Alt sütunlar üzerinde bir kitabede anıtsal yapıda bulunan bir kitabede Iustinianus'un Sts. Sergius ve St. Bacchus adlı azizler adına yaptırıldığı yazılı. Tuğla görünümlü bir yapı. 30x34metre karelik bir sahada yer almıştır. 19m. yüksekliğindeki kubbesi sekiz ayaklı kemerlere oturmuştur. 34 Mermer sütunun 16sı altta ve 18i üstte sıralanmıştır. Kubbeli sekizgen orta bölüm iki katta, orta bölümü kuzeye, batıya ve güneye doğru kaplayan bir koridor ile çevrelenmiştir. Sekiz penceresi olan 16 kirişten oluşarak, orta bölümün kubbesi bir sekizgen şeklinde 8 ağır payandada 8 geniş kemer üzerinde desteklenmiştir. Payandalar arasındaki boşluk 28 mermer sütundur, apsis hariç her bölümde 2 adet vardır. Üst kat koridorundaki sütunlar küçük kemerlerle birleşirken alt revaklardaki sütunlar da bir pervazı taşımaktıdır.Orta bölümün 4 köşesindeki sütunlar üst koridor seviyesinde yarı kubbelerle birlikte yarı dairesel bölmeler oluşturarak yerleştirilmiş. Batıya doğru koridor, sayt sütunlar ve payanda dizisi ile ayrılan çift katlı bir giriş avlusu narteks ile birleşir. Yakın dönemde yapılan araştırmaya göre, iriş avlusu daha sonra büyük olasılıkla 6.yy. da etlenmiştir. Trifrae yani üç kemerli pencereler, her iki katı çevreleyen koridorlara ışık sağlamaktaydı. Kilisenin güney Justinian duvarının ortasında alt triforae sağlam durumda, sütunlarına da eskiden pencere çerçevelerinin takılı olduğunu gösterir. Güney üst triforaenin sütunları ve sütun başları Bizans döneminde değiştirilmişti. Üst koridorun o bölümünün özgün yapısı 6. yy.dan itibaren çok değişmemişti. Kuzey cephesindeki Triforae iyice kaybolmuştu.Üst kuzey triforae kilise içinde görülmüyor. Cephha üzerinden bakıldığında kalıntıları tanınmaktadır.
İstanbul'un Tarihsel Topoğrafyası kitabında Hellence adıyla ilgili bilgi verildikten sonra önemli bilgiler çok önemli eski fotograflarla birlikte geliyor arka arkaya;
1,Regio'nun batısında 3. Regio'nun sınırında, adını, 324 yılında kaçan Constantinus'un sarayına aldığı (Zosimus 93 B) ve burada yerleşmesine izin verdiği Sasani Prensinden alan Hormisdas Sarayı yer alır.
6. Yüzyılın birinci yarısı:
İmparator İustinos'un (518-527) yeğeni, yani bir sonraki imparator 1. İustinianos yani Petrus Sabbatius 518-519 yıllarında, oturduğu Hormisdas Sarayı'nda, Havari Petrus ve Paulus'a adanmış bazilika planını örnek alarak bir kilise yaptırır. (Prokopius, Aed 1 4,6) Bu kilise için 519 yılında Papa, Hormisdas'tan Kilisenin adını taşığıdı azizlerin kutsal eşyalarını ister. İustinianos'un 527 yılında yönetime geçmesiyle bu yapı, Büyük Saray'a dahil edilir. 531-536 yıllarında ise önceden yapılmış bazilikanın kuzeyinde Aziz Sergios ve Bacchus'a (Bakchos) ithaf edilen bir merkezi yapı inşa edilir. Bu yapının sekiz kısımlı bir oktagon ve üzerindeki kubbe, tam dik açılı olmayan ve dörtgen oluşturan duvarlar üzerine oturtulur. Yapının üç yanındaki galeriler sekiz köşeli kubbeli mekanı çevreler ve kapılarla bitişiğindeki yapıya bağlanır. İki kilise ortak bir ön avluyla birbirine bağlanır. (Prokopius, Aed 1 4, 1-8) ve ortak bir atriuma sahiptir. Manastırın baş rahibi Paul bu arada inşa edilen manastırı 536 yılında yapılan konsilde temsil eder.
536-537 yıllarında monofizitler takibe alındığında Hormisdas Sarayı'nda bir monofizit manastırı kurulur. (PO 18, 600 vd) Pek çok takip edilen kişi, özellikle de imparatorluğun doğusundan gelenler buraya sığınır ve İmparatoriçe Theodora'nın koruması altına alınırlar. 548 yılında, Theodora'nın ölümünden sonra, manastırın içinde bulunanlar Urbicius'un evine nakledilir. Bundan sonra 551 yılında, güvenlik güçlerinin buraya sığınan Papa Virgilius'u zorla çıkarmaya çalışması, huzursuzluğa neden olur. (Theoph 225 Boor)
Yazılar devam edecektir.
Kaynaklar: Bizans Büyük Yürüyüş Yolu, Büyük Saray Bölgesi Byzantium 1200 projesi Jan Kostenec 2007
İstanbul'un Tarihsel Topoğrafyası:Wolfang Müller Wıener -Yky Yay. 2001, 2007
Iustinianus Döneminde İstanbul'da Yapılar: Fırat Düzgüner-Arkeoloji ve Sanat yay.
10 Aralık 2010 Cuma
Kyparodes/Hekate Tapınağı Yeri/Emirgan
Kyparodes ismi eskiçağ ismi. Dionysios Byzantios Anaplus Bosporou/Boğaziçi'nde Bir Gezinti (YKY. Yay) adlı yapıtında Emirgan yakınında bir Hekate Tapınağına /Templum Hecate'ye değiniyor. Hekate aynı zamanda Apollon'la adaş bir tanrı betimi. Bu yer Kestanehan olarak geçiyor ve bugünkü Kestane korusuna lokalize ediliyor. P.A Dethier Boğaziçi Ve İstanbul'da diyor ki;
Eski adı Kyparodes'i koy kıyısındaki selvi ağaçlarından almış olan Emirgan'ın yeni adı İran Emirinden gelmektedir. Sultan 4. Murat'a esir düşen bu İran'lı emir sonra onun gözdesi olmuştur. Yakında bir yerde görkemli bir sarayı bulunan Hidiv bu semtin şose ile, Pera sırtlarından Büyükdere'ye kadar uzanan yolun üzerindeki Maslak köyüne bağlanmasına ön ayak oldu. Yolun uzandığı Büyükdere'de Kırım Savaşı sırasında küçük bir Fransız ordugahı kurulmuştu.Ancak Bizanslılar döneminde isminin Kiparodis (Kyparodes) olduğu ve Rumca karşılığının "Serviler" olduğu bilinmektedir. Bu ismin verilmesinin nedeni ise yörenin servi ormanları ile kaplı olmasıydı. Emirgan'da yerleşim 16. yy.ın ortalarında, Sadrazam Sokulu Mehmet Paşa'nın nişancılarından Feridun Bey'e bu büyük alan hediye edilince başlar. Önceleri bir yazlık köşk ve müştemilatı yapıldı, sonra da diğer binaların yapımı dolayısıyla de yerleşimin devamı sağlanmış oldu.
Dionysios Byzantios'un söylediklerini Petrus Gyllius da alıntılamış; (Kitap: İstanbul'da Boğaziçi,Petrus Gyllius-Eren yay.) Dionysios demiş ki;
Kadınlar Limanı'nın hemen ardından KYPARODES gelir, selvi ağaçlarından dolayı bu adı taşır. Balıkçılar bu adı bugüne kadar korudular. Nitekim tam onun Pyrrias Kyon'da (Rumelihisarı çevresi) başlayan koyun sonundaki yeri, selvilerden yoksun, tümüyle
üzüm bağları ekili küçük bir vadide yer alsa da , yine de , Kyparissos(Selvi) olarak adlandırılırlar burası, Phidali'da , en içteki koyu bağladığını söylediğim köprüden yaklaşık 700 passus uzaklıktadır. Dionysios Kyparodes'ten sonra kaya üstündeki Hekate Tapınağı gelir der. "rüzgarlara açık olan kayada, dalgaların vuruşuyla çınlayan sesler yankılanır. Nitekim. tam onun etrafında dalgalar hızla hareketlenip kırılırlar ama o, eline geçirdiği ne kadar dalga varsa hepsini deniz kıyısındaki dalgakıranın altına geri çevirir.
Bizans döneminde “Kyparodes” adıyla anılan ve Baltalimanı’ndan İstinye’ye kadar uzanan geniş bir araziyi kapsayan bir servi ormanı olan bugünkü Emirgan Korusu’nun ismi de IV. Murat’ın İran seferinden dönerken yanında getirdiği Emirgune’nin oğlu Tahmasb Kulu Han’dan geliyor.
“Emirgune Bahçesi” ve “Mirgün Bahçesi” diye de adlandırılan 472 bin metre karelik bu korunun içinde iki su göleti ile İstanbul Büyükşehir Belediyesince, halka açık şekilde işletilen Sarı Köşk, Pembe Köşk ve Beyaz Köşk de yer alıyor. Çevresi duvarlarla çevrili olan Emirgan Korusu’nda 120’yi aşkın bitki ve ağaç türü arasında fıstık çamı, kızılçam, Halep çamı, ağlayan çam, veymut çamı,sahil çamı, Japon kadife çamı, Londra çamı, Avrupa, mavi ve konik ladinler ile mavi atlas, Lübnan ve Himalaya sedirleri, kayın, dişbudak, sabunağacı, salkımsöğüt, Macar meşesinin yanı sıra Kolorado gümüşi köknarı, Çin mabet ağacı,kaymak ağacı, Kaliforniya su sediri, sahil sekoyası ve kafur ağacı gibi ender bitki türleri bulunuyor.
Bu yazıyı Emirgan'ı, Boğazı çok seven, şimdiden özlemle andığım ve hala yokluğuna inanamadığım biricik Arkadaşım, SEYHAN ERÖZÇELİK'e SANSAR SEYHAN'a ithaf ediyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)