İstanbul Tarihi Yarımada'da Eskiçağ izleri ve kalıntıları:-İÖ 200 Dolaylarına kadar süren gelişme ve kalıntıları:
Aşağı yukarı bugünkü Topkapı Sarayı yapılarının ,bahçelerinin kapladığı alana kurulan ilk Byzantion kentinin ,Batı Anadolu ayaklanması bastırıldıktan sonra İran bağımlısı Fenike donanmasınca yakılıp yıkıldığını biliyoruz. Aynı alanda kent; kısa süre sonra yeniden kuruldu ve Septimus Severus'un 196 yılında kenti yıktırıp sonra yeniden kurdurmasına , genişletmesine kadar, Byzantion yayılma göstermedi.
İS 200 öncesi Byzantion kentinin, ilkçağ yazarlarından öğrendiğimiz, yapılar şunlardı;
SURLAR: Septimus Severus'un buyruğuyla yıkılan surlar ve burçları, pek güçlü , pek gösterişli surlardı. Bu surların Apollon ve Poseidon yardımıyla yapıldığına inanılıyordu. Yapımda düzgün dikdörtgen prizma biçiminde kesilmiş (Rektangonal) taş blokları kullanılmıştı. Bu dönemden surlar günümüze ulaşmamıştır.
AKROPOLİS VE YANINDAKİ STOA: Bir iç kalenin bulunduğu Akropolis, sanıldığına göre, şimdiki Aya Sofya Kilisesi/Müzesi yakınında idi. İç kalenin yanında.dolayısıyla kentin en yüksek bir yerinde, dört yanı stoa(yanı sütunlu, üstü örtülü kaldırım) ile çevrili bir çarşı, çarşının ortasında da tunçtan bir Hellios (Güneş Tanrı)heykeli vardı.
Bunlardan günümüze hiçbirinin görünür kalıntısı ulaşmamıştır.
TAPINAKLAR: Bu kentte ,şimdiki Sarayburnu yakınında, kıyıda, bir Athena Ekbasia Tapınağı; yine kıyıda, görkemsiz bir yapı olan Poseidon Tapınağı; daha yukarıda Tykhe (Kısmet tanrıça) tapınağı; Poseidon tapınağının yakınlarında , Zeus Tapınağı;şimdiki Sultanahmet Meydanında ya da yakınında bir Hekate Tapınağı; ilkçağ kentinin güneydoğu bölümünde, Strategion (Kışla) yakınında, bir Aias ve bir de Akhilleus Sunağı vardı. Sonuncusunun çevresinde bulunan büyük bir hamam, sunak nedeniyle Akhilleus Hamamı diye anılıyordu. Bugünkü Topkapı Sarayı yapılarının yerinde bir Aphrodite Tapınağı, bunun biraz ilerisinde Artemis ve Dionysos Tapınakları yapılmıştı. Bu tapınakların hiçbirinin görünür kalıntısı yoktur.
NEKROPOLİS:(Mezarlık):Küçük Byzantion'un hemen dışında,s urların hemen dışında, surların ana giriş yeri olan Thrakion kapısından, bugünkü Cağaloğlu - Sultan Mahmut türbesi dolaylarından başlıyor ve Beyazıt'a ,hatta biraz daha ileriye uzanıyordu. Buradaki mezar taşlarından birçoğu bulunmuştur ve İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.
KAYNAKLAR:
Trakya:Prof.Dr.Bilge UMAR-Akbank yayınları
İstanbul Arkeoloji Müzesi-Dr.Alpay PASİNLİ-Akbank yayınları
Aşağıdaki planda yer alan Kalıntılar:
1-Klasik ve Hellenistik çağın limanı
2-Poseidon(Deniz tanrısı)tapınağı yeri
3-Athena(savaş ve şehir Tanrıçası) sunağının yeri
4-Aphrodite (Güzellik ve aşk tanrıçası)Tapınağının yeri
5-Artemis (Avcı Tanrıça,toprak ve bereketi simgeler)Tapınağının yeri
6-Gothlar sütunu
7-Septimus Severus dönemi yapıtı Tiyatro'nun yeri
8-Herakles Kulesinin yeri
9-Klasik ve Hellenistik Çağ Byzantion surlarının izlediği sanılan çizgi
10-Surların başlıca giriş yeri; Thrakion Kapısı
11-Akhilleus Hamamın yeri
12-Agoranın yeri
13-Zeusippos'un yeri
14-Ayasofya Kilisesi
15-Septimius Severus dönemi surlarının izlediği çizgi
16-Consantinus Forumu ve ortasında Çemberlitaş
17-Hippodrom ve ortasında dikilitaş bugünkü Sultanahmet.
18-Tauri alanının yeri,yaklaşık bugünkü Beyazıt alanı
19-Valens kemeri (Bozdoğan Kemeri) Şimdiki Saraçhane,
20-Ölen imparatorların gömüldüğü İsa'nın çömezleri (Havariler)Kilisesi. Yerine bugün Fatih Camii vardır.
21-Constantinus'un genişlettiği kentin yeni surlarının izlediği sanılan çizgi
22-Marcianus sütunu
23-Arcadius Forum'u ve ortasında Arcadius Sütunu,bugünkü Cerrahpaşa
24-Langa/Vlanga/Theodosius limanı ( Bugün kazılar yapılıyor, çok önemli kalıntılar elde edildi)
25-Kadırga semtindeki eski liman
26-Lykos/Bayrampaşa Deresi
27-Theodousius surları
İlkçağ İstanbul'unda Tarihi Yarımada'da bulunan veya bulunduğu tahmin edilen kalıntılar planı;
İSTANBUL'A YENİ BİR TAPINAK
TOPKAPI SARAYI'NIN ALTI
Sarayın birinci avlusunda yer alan gecekonduların atıklarıyla ''çöplük'' haline gelen mekanın, ilk yapımı 4. yüzyıla dayanan ve Aya İrini Kilisesi'yle organik bağı bulunan ''Piskoposluk Sarayı'' olduğu ortaya çıktı. Bu sarayın altında da Pagan dönemine ait Artemis Tapınağı'nın olabileceği tahmin ediliyor.
Ayasofya ile Aya İrini arasında kalan tarihi saray, eski karakol binasının arkasındaki gecekondular ve bunların atıklarıyla zaman içinde harap hale gelmiş ve ''çöplük''e dönüşmüştü. Ancak, Sur-u Sultani çevresini düzenlemek için harekete geçen Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın emriyle alan, geçen yıl temizlenmeye başlanmıştı. İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Ferudun Özgümüş'ün kazı başkanlığında yürütülen temizleme çalışmaları sonucunda, daha önce bir hastaneye ait olduğu tahmin edilen, ancak bazı akademisyenlerce piskoposluk sarayı olabileceği belirtilen bu tarihi yapı gün yüzüne çıktı. Kazı Başkanı Özgümüş, iki aylık hummalı çalışmalar neticesinde burasının Aya İrini ile organik bağlantısı bulunan bir ''Piskoposluk Sarayı'' olduğunu kesinleştirdi.
Özgümüş, AA muhabirinin sorularını yanıtlarken, yapının, İstanbul'un başkent olmasıyla beraber ilk defa 4. yüzyılda yapıldığının tahmin edildiğini söyledi.
Bu tarihi yapıda ilk olarak 1940'lı yıllarda, ''çok bilimsel olmayan yöntemlerle'' o dönemki Ayasofya Müze Müdürü Muzaffer Ramazanoğlu'nun kazı yaptığını ve burayı Sampson Hastanesi olarak düşündüğünü, ancak çalışmalarını yayımlamadığını anlatan Özgümüş, daha sonra Ferudun Dirimtekin'in, Ramazanoğlu'nun yaptığı kazıları bir dergide yayımladığını dile getirdi.
Dr. Özgümüş, ''Ondan sonra da kimse buraya dokunmamış. Ramazanoğlu'nun kazı alanında açtığı çukur da yıllar içinde lağım ve çöple dolmuş, etrafına gecekondular yapılmış. Bunlar bütün pisliklerini oraya akıtmışlar ve orada zaman içinde bir orman oluşmuş, kalıntıların üzeri dolmuştu'' dedi.
"Aya İrini ile Organik Bağı Var"
Kendilerinin çalışması sonucunda buranın ''Piskoposluk Sarayı'' olduğunun kesinleştiğini dikkat çeken Özgümüş, şunları kaydetti:
''Burası Sampson Hastanesi olarak biliniyordu ama öyle bir şey değil. Burası kesinlikle bir Piskoposluk Sarayı. Çünkü, yanındaki Aya İrini Kilisesi de bir piskoposluk kilisesidir ve Ayasofya ile birlikte bir bütün olarak düşünülmüştür. Bizim kalıntılarımızın da Aya İrini ile organik bağı gözüküyor, ortaya çıkıyor. Buranın Piskoposluk Sarayı olduğu çok belli. Çok eski bir kalıntı.''
Bahsedilen Sampson Hastanesi'nin ise Sur-u Sultani'nin dışında kalan bir yerde olduğunu tahmin ettiklerini belirten Özgümüş, ''Turing Misafirevi denilen bir otelin altında bir takım kalıntılar var. Soğukçeşme sokakta bir sarnıç var. Herhalde bunlardan biri hastane binası'' dedi.
Piskoposluk Sarayı'ndaki kalıntıların da 4. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar farklılıklar gösterdiğini anlatan Özgümüş, bu yapının 15. yüzyıla kadar kullanıldığını, o nedenle kalıntıların farklı devirler gösterdiğini söyledi.
Osmanlı'da Arslan Hane Olmuş
Kazı Başkanı Özgümüş, Topkapı Sarayı'nın bu kalıntıların üzerine yapıldığını belirterek, ''Bu yapının Topkapı Sarayı ile bir bağlantısı yok. Hatta sarayın etrafını çeviren Sur-u Sultani'nin duvarları Piskoposluk Sarayı'nın tam ortasından geçiyor'' dedi.
Surun dışında kalan bölümlerin bazı oteller tarafından restore edilerek korunduğunu ifade eden Özgümüş, şöyle konuştu:
''Ama sarayın birinci avlusunda kalan bu kısım (benim tahminlerime göre) saray binaları, darphane ve sur yapılırken doldurulmuş. Çünkü elimizdeki eski gravürlerde, şu an kazı yaptığımız alan dümdüz görünüyor, kalıntı yok. Osmanlılar zamanında bir dönem odun ambarı, bir dönem arslan hane olarak kullanılmış. Hatta, odun tartılan dev kantarları bulduk.''
Özgümüş, Bakan Günay'ın buranın tekrar ortaya çıkarılmasına ön ayak olduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti:
''Sayın Bakan buranın görüntüsünden rahatsızdı, ben de konuyu kendisine anlattım. Kendisi de bu kazıları yürütmemize izin verdi. Bakan beyin gayretiyle ortaya çıkmıştır bunlar, çünkü burası yıllardan bu yana öylece duruyordu. Ama tabii çok destek geldi. Buradaki 28 kişilik ekip gönüllü çalışıyor, öğle yemeğimizi Feriye Restoran veriyor. Maddi olarak da bakanlığın yanında Gür Yapı, İstanbul Rehberler Odası ve Fest Turizm destek verdi. Tüm bu desteklerin devam etmesi halinde buradaki kazıları gelecek yıl tamamlamayı planlıyoruz.''
Sarayın altı Artemis Tapınağı...Buradaki tarihin Piskoposluk Sarayı'nın da ötesine geçtiğini düşündüklerini ifade eden Özgümüş, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Bu tapınağa aittir demiyorum ama eski Yunan dönemine ait sütun gövdesi ile Tunç çağına ait malzemeler de elimize geçti. Enteresan bir yer. Tam Akrapolis'in tepesi. Byzantion iken İstanbul'un Akropolis'iydi burası. Topkapı Sarayı, zaten bu Akropolis'in üzerine yapılmıştır. Birçok tapınak vardı burada. Belki de bizim kazdığımız saray ile Aya İrini bir tapınak üzerine yapılmış olabilir, Artemis Lisizonos (Kemer Gevşeten) tapınağı üzerine yapılmıştı. Çünkü Artemis burası başkent olmadan önce şehrin koruyucu tanrıcası idi. Hristiyanlık öncesi Pagan döneminde, nişanlanan genç kızlar, bellerine kırmızı şerit takıp, bu tapınağa geliyorlardı. Bu şeridi burada gevşetiyorlardı. Böylece evlendiklerinde ağrısız doğum yapacaklarına inanıyorlardı. İnşallah bu yapıların altında bu tapınağı da bulacağız.
Ayrıca, Byzantion sikkelerinde ay-yıldızdaki gibi hilal var. Artemis'ten önce de burada Thrako Frig kavimlerinin geldiğini bazı kaynaklardan biliyoruz. Bu yüzden buraya bu gelen kavimlerle birlikte 'Kibele kültü' de gelmiş olabilir. Özellikle Artemis tapınağının burada, yani Aya İrini Kilisesinin altında olması, buranın aynı zamanda Artemis'in öncülü olan 'mater kibele (Frigler'de dağın annesi anlamında)' ile alakalı bir yer olduğunu düşündürüyor. Zaten yeni kapı kazılarında ele geçen bazı buluntularda bu kavimlerin bu şehir Byzantion olmadan çok önceleri bile burada bulunduklarını göstermektedir. Biz burada onlara dair kalıntılara da ulaşılabiliriz.''
Dr. Ferudun Özgümüş, bunun çok önemli bir kazı olduğuna dikkati çekerek, ''İstanbul'da antik Bizans'ı kazmak çok heyecan verici. Dünyanın en önemli Akropolis'inde çalışıyoruz. Atina da önemli ama hiçbir zaman bir imparatorluk başkenti olmadı'' diye konuştu.
Bizans Sanatı Uzmanı Yılmaz: Yaklaşık 50 Yıldır Kaderine Terk EdilmiştiBizans döneminde Piskoposluk Sarayı olduğu düşünülen, Topkapı Sarayı 1. avlusunda Aya İrini Kilisesi güney cephesindeki yapı kalıntıları çöpler ve bitki örtüsünden temizlenerek gün ışığına çıkarıldı.
Çalışmaları yürüten kazı ekibinden Bizans sanatı uzmanı Hayri Fehmi Yılmaz, 1940'lı yıllarında burada bir çalışma yapıldığını, yapının varlığından haberdar olunduğunu belirterek, ''Yalnız yaklaşık 50 yıldır kaderine terk edilmişti ve zamanla içerisi bitkiler arasında kalmış, çöplerle dolmuştu'' diye konuştu. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Başkanlığında İstanbul ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi sanat tarihi bölümleri tarafından 1,5 ay süren temizleme çalışmalarıyla birlikte yapının ne olduğunun daha iyi tespit edildiğini söyleyen Yılmaz, şöyle konuştu:
''Bazı araştırmacılar Sampson hastanesi, bir düşkünler evi olabileceğini söylemiştir ama bizim çalışma ekibimiz biraz daha farklı düşünüyor bu konuda. Hemen bitişiğindeki Aya İrini ile birlikte inşa edilmiş bir yapı, onunla organik bağları var. O yüzden çok büyük ihtimalle burası şehrin Piskoposluk Sarayı ile ilgili kalıntılar.
Aya İrini'nin hem içerisine hem avlusuna birçok giriş var. Hatta Aya İrini'nin galeri katına gidiş de yine bu kalıntı içerisindeki bir rampadan sağlanıyor. Dolayısıyla bu ikisi bir ortak yapı diye düşünüyoruz. Burası zaten Aya İrini ve Ayasofya ile birlikte aynı avlunun içerisindeydi. İkisine birden 'Büyük Kilise' deniyordu ve büyük bir çevre duvarıyla bu alan çevrilmişti. Yapı kalıntısı onun içerisinde bu da Ayasofya ve Aya İrini gibi 6. yüzyıla tarihlendiriliyor.''
Yapı kalıntılarının önemli bir kısmının 6. yüzyıla ait olduğunu belirten Yılmaz, ''Şu anda içinde bulunduğumuz yapı kalıntısı 6. yüzyılda yapılmış, 15. yüzyıla kadar kesintisiz kullanılmış. Çok enteresan, Osmanlı devrinde üzeri toprakla kapanmış, daha sonra üst tabakada Osmanlı'yı takip edebiliyoruz. 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar yapı malzemelerini bu alanın içerisinde görebiliyoruz'' dedi.
Yapının Bizans sivil mimarisinin önemli örneklerinden biri olduğunu belirten Yılmaz, bu alanın Bizans devrinden sonra da önemini koruduğunu, Topkapı Sarayı sınırları içinde kalan alanda Osmanlı dönemine de ait ilginç kalıntıların olduğunu dile getirdi.
İstanbul'un En Eski Çeşmesi
Yılmaz, şunları kaydetti: ''Birçok Bizans eserimiz, taş eserlerimiz ve keramikler bu çalışmalar sırasında tespit edildi. Ancak Osmanlı ile de ilgili verilerimiz ilginç. Topkapı Sarayı'nın günlük hayatı ile ilgili verilerimiz var. Osmanlı döneminde burası Hatap Ambarı, odun deposu olmuş. Bununla ilgili bir kantarın ağırlıklarını tespit ettik. Yine sarayın muhtemelen ölülerinin yıkandığı yer burası. Sarayda 2 hastane, 2 gasilhane vardı. Bir tanesi muhtemelen buradaymış. Muhtemelen teneşir olan bazı izleri bulduk ki bu da Topkapı Sarayı'nın günlük hayatının çok az bilinen bazı ayrıntılarını tanıma fırsatını sağladı.
Aslan şeklinde çörteni olan ilginç bir çeşmemiz var. Bu da İstanbul'da şu ana kadar tespit edebildiğimiz en eski çeşme. Kesinlikle Bizans'tan önceye ait, Roma çağından bir İstanbul çeşmesinin parçası burada duruyor. Bir miktar da döşeme mozaiklerimiz var. Herhalde bu tür buluntular önümüzdeki dönemde de karşımıza çıkacak.''
"Klasik Döneme Kadar Malzeme Çıkabilir"
İstanbul'un merkezi, akropolü olan alandan daha eski dönemlere ait bulguların çıkabileceğine işaret eden Yılmaz, ''Biz bugün Osmanlı ve Bizans dönemlerinin malzemesini neredeyse kesintisiz olarak arazide görebiliyoruz. Ama hiç şüphesiz Bizans öncesi de burada çok güçlü olmalıydı. Hani küçük bir Roma çeşmesi parçasını görebiliyoruz ama onun dışında herhalde bu kotun altında Roma altında da Helenistik ve daha önceki dönemlere, klasik döneme ait malzeme de bu alandan gelebilir. O da çok heyecan verici bir şey'' şeklinde konuştu.
Çakmak Taşı Bulgular
Yılmaz, henüz ne olduğunu bilmemekle birlikte alanda bazı çakmak taşı parçalar bulduklarını söyledi.
''Çakmak taşı aletler tarih öncesi dönemde kullanılan aletlerdir. Ya o tür malzeme ya da daha geç orta çağlarda süs olarak, kakma olarak kullanılmış malzeme olabilir'' diye konuşan Yılmaz, bu bulguların niteliği konusunda henüz kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını vurguladı.
Hayri Fehmi Yılmaz, önümüzdeki yıllarda çalışmaların kalıntıların kalan kısımlarının çıkarılması şeklinde devam edeceğini, tüm çalışmaların 5-6 yıl sürebileceğini ifade etti.
8 Mart 2009 Pazar
Lydia Uygarlığı ve Tarihsel Coğrafyası
Antik LYDİA Bölgesi günümüzde yaklaşık İzmir ilinin doğusu, Manisa ilinin büyük bir bölümü, Kütahya ve Uşak illerinin batı uçlarını kapsıyordu.
İlk çağda,bugünkü Gediz ve Küçük Menderes vadilerini kapsayan bölgeye Lydia denmekteydi. Kuzeyde Mysia,Batıda İonia ve Aiolia,Güneyde Karia, Doğuda Frigya bölgeleriyle çevrilidir. Güney sınırını Aydın(Messogis) dağları oluşturur. Batı sınır Manisa'ya doğru uzanır. Kuzey'de Demirci ve Murat dağları,Lydia ve Mysia bölgelerini birbirinden ayırır.
Antik LYDİA Bölgesi yerleşimleri ve bugünkü isimleri:
NYMPHAEİON/NİF :Kemalpaşa
KARABEL-LUVİ -HİTİT ANITI:Kemalpaşa Torbalı arası tarihsel yolda.
SAVANDA:Kurudere
THYYATEİRA:Akhisar
NAKRASA:İlyaslar
TOMARA:Göcek
HERMOKAPELEİA:Büknüş
APPOLLONİS:Palamut
HİERAKOME :Sazoba
HYRKANİS:Alibey Köyü
DAREİOUKOME:Perslerce kurulmuş Hermos vadisi yerleşimi
MOSTENE:Hermos vadisi yerleşimi Sancaklı Bozköy?
KHARAKİPOLİS:Karayakup
SPYLOS MAGNESİASI:Manisa
AKPINAR'DAKİ LUVİ YAPITI ANA TANRIÇA KABARTMASI(TAŞ SURET)VE YANINDAKİ LUVİ YAZITI
TROKETTA:Hacıveli/Avşar
SARDEİS/SWARDA/SART:Salihli
BİNTEPELER TÜMÜLÜSLERİ ve GYGES Gölü(Marmara Gölü)
TRİKOMİA:Çapaklı
ADALA:Karataş
METALLON:Sart çayının batı yakasında,maden,altın işletilen bir kasaba
PHİLADELPHİA/KALLATEBOS:Alaşehir
KARSALA:Belenyaka
SOBRAN:Karsala'nın kuzey doğusunda
SALA HELENOPOLİS/DOMİTİANOPOLİS:Alaşehir,Sarıgöl vadisinde
MAİONİA:Menye/Gökçeören
KOLLYDA:Gölde
NİSYRA:Saraçlar
SAİTTAİ:Sidas kale/İçikler,Demirci yakını
SATALA:Sandal
İAZA:Ayazören
KULA:
SASOTRA:Kula yakınında,Başıbüyük köyü
KASTOLOS:Burçak ovasında,Bebekli Köyü.
GORDOS:Gördes
KOLİDA:Gölde,İncesu
MAGİDİA:Tokmaklı
KORESA:Köres,Ayazviran
DADALEİS/DALDİS:Kemer
TABALA:Davala,Yurtbaşı
BAGİS:Güre
SASOTRA:Bu yörede ama lokalizasyonu belli değil
SİLANDOS:Selendi
TİMENOU THERAİ/OPSİKİON:Uşak
GRİMENOTHYRİTAİ:Gavurören/Altıntaş
TRİANOPOLİS:Çarık
BLAUNDOS:Sülümenli
NAİS:İnay
KLANOUDDA:Kışla
TRİPOLİS:Yenice
APOLLONOS HİERON:Bozalan
TORREBOS:Gölcük/Boğazköy
NYSOTİMOLOS:Yeri tesbit edilemedi
KOLOE:Kiraz, Keles
GEVELE KÖYÜNDEKİ KALINTILAR:Kiraz ovasının güneydoğusu.
PALAİOPOLİS:Beydağ
NEİKAİA:Ayazurat, Türkönü, Ödemiş
HYPAİPA:Ödemiş,Datbey,Günlüce
DİOSHİERON/PYRGİON:Birgi
BONİTA:Boğaziçi
ALMOURA(WALMA-URA):Dar mer,Eski Oba
TİRE/TYRRA/TEİRA/THYAİRA:Tire
AULİOUKOME:
TOLOKAİSERİS:Çatal
DİGDA/DİGİNDA:Adegide,Ovakent
TİTEİPHYTA:Fata. Ödemiş
TİTAKAZA: Mastaura ile Brioula arasında, Anineta'nın komşusu
NYSA(Sultanhisar)AKHARAKA(Sultanhisar yakını tapınak kentçiği),TRALLEİS/EUDON(Aydın)MASTAURA(Mastavro,Bozyurt Köyü)Antik Maiandros (Menderes)nehrinin sınırında bulunan kentlerdir.Bazı kaynaklarda bu kentler de; Lydia kentleri veya Karia yerleşimleri olarak gösterilirler.
Kaynaklar:
Anadolu'nun Tarihsel Coğrafyası-Prof.Dr.VELİ SEVİN-Türk Tarih Kurumu yay.
LYDİA:BİLGE UMAR-İnkilap yay.
Prof. Dr. BİNNUR GÜRLER'in Tire ve Ödemiş araştırmaları, TÜRK ARKEOLOJİ VE ETNOĞRAFYA DERGİSİ Makaleleri.
Bafa Gölü ve Latmos Herakleia'sı-2
Beşparmak Dağındaki prohistorik dönem uygarlıklarına dönelim isterseniz. Latmos Herakleia'sında/Kapıkırı Köyünde yaşamını ve araştırmalarını birlikte sürdüren Pesclow'un Koskoca Beşparmak/Latmos Dağındaki çok ilginç ve Dünya Arkeoloji literatüründe bir çığır açan bulgu ve araştırmalarla dolu "bilimsel serüvenleri" okumaya ne dersiniz?
Maiandros nehri aluvyonlarla Milet'i, Priene ve Myous'u bir delta konumuna getirip kapatınca Latmos Körfezi denizden 30 km. içerideki bir göle dönüştü. Göl üzerindeki adacıklarda kilise, gölün karşı kıyısında ise bazı sur duvar kalıntılarını görebilirsiniz. 15 yıl öncesine değin "Heraklia Latmos (Latmos Herkülü)" bir Yunan-Roma kenti olarak bilinirdi. Kentin sırtını dayadığı "Latmos (Beşparmak)" Dağı, "hava-yağmur" tanrısından dolayı kutsal kabul edilirdi. Daha sonraki bin yıllarda "Zeus Akraios (Doruktaki Zeus)" adına yapılan bir tapınağın kalıntıları da bulundu.
AY TANRIÇASININ ÇOBAN SEVGİLİSİ
Yörenin ünlü öyküsü, bu dağda yaşayan avcı-çoban Endymion ile ay tanrıçası Selene'nin aşkını anlatır. Tanrıça, tanrıların tanrısı Zeus'tan mağarada uyuyan çobanın hiç uyanmamasını, sonsuza değin genç kalmasını sağlamasını ister. Bu aşktan 50 kız ve bir erkek çocuğu olur. Öykü, antik dönemde, şiirlere, resimlere ve mermer kabartmalara konu olmuştur. Eğer, antik kentin içinde dolunayın olduğu bir gece göle, değişik bir doğa yapısına sahip Beşparmak Dağı'na bakacak olursanız, öykünün neden burada yaratıldığını kolayca anlarsınız.
Söğütözü Köyü'nde arıcılık yapan Yaşar Beşparmak, antik kentte yüzey ve çevre araştırmalarını sürdüren Dr. Peschlow'a, Göktepe yöresindeki inlerde gördüğü resimlerden söz eder. Birlikte gittikleri mağarada Peschlow, kaya üzerine boya ile yapılmış resimleri görünce şaşırır. Çünkü, böylesine bir resim, değil dünyada bu yörede dahi hiç bilinmiyordu. Anadolu ya da Ortadoğu'da kayalara kazınmış resimlerden farklı olan bu kaya resimleri boya ile yapılmıştı. (Cumhuriyet Bilim-Teknik'te 22 Temmuz 1995'te yayınlanmıştı)
Bayan Peschlow, o günden sonra bugüne değin 200 km 2'lik bir alan içinde 500 insan çiziminin de yer aldığı 160 değişik resim grubu daha buldu. Resimler, daha çok göl kıyısına yakın yamaçtaki "mağaramsı" kaya kovuklarının iç yüzeylerine, doğanın düzelttiği düz alanların oluşturduğu nişlere, bazıları da aşınmış yüzeylere yapılmışlardı.
Resimlerin olduğu kaya kovuğumsu inlerin bazılarında su kaynıyor ya da derecikler geçiyor. Ancak dört resim, gerçek mağara içinde olup ötekileri gün ışığı görüyor, hatta bazıları doğrudan güneşe bakıyorlar.
Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün Başkanı Prof. Harald Hauptmann, resimleri "İki değişik biçemin görüldüğü ve gerek biçem gerekse konu bakımından kendi içinde bütünlük oluşturan bu kaya resimleri grubu, neolitik ve kalkolitik dönemlerde Anadolu'da geçerli olan dinsel inanç dünyasını yansıtmaktadır" sözleri ile yorumluyor.
LATMOS'TA "AİLE" ÖNE ÇIKIYOR
"Paleolitik (Yontmataş)" döneminde rastlanan bazı mağara resimleri kadar büyük olmayan, İÖ 8-4 bin yılları arasına tarihlenen Latmos'takiler, küçük boyutlu, simgesel nitelikli resimlerden oluşuyor. "Çöp adam" görünümlü erkekler hep karşıdan, güçlü kıvrık kol ve bacakları ile betimleniyor, cinsel organları görülmüyor. Kadınlar ise tıpkı Konya Çatalhöyük, Burdur Hacılar ana tanrıçaları gibi dolgun kalçaları ile daima yandan betimlenmişler.
Öykü gruplarını, kilim motiflerini yansıtan bezemeler, Latmosluların dağ tepelerinden gördükleri Menderes'in kıvrımlarından adını alan "meander (büklüm)" çizimleri, el ve ayaklar tamamlıyor. Ege'de olmasına karşın Latmos kültürü, Çatalhöyük ve Hacılar bezemelerine benzerlikleri ile Orta Anadolu'yla bağlantıyı kanıtlıyor. İÖ 6. binyıl Hacılar seramiklerindeki el betimleri ile günümüz Şanlıurfa köylerinde kerpiç duvarlı evlerin pencere çevrelerine nazarlık amacıyla duvara kireçle yapılan el baskıları geleneği Latmos'ta yaygın olarak görülüyor. Latmos kaya resimleri Anadolu çıkışlı olarak Ege adalarından seke seke Avrupa'ya yönelen neolitik göçe yeni bir önemli bakış açısı ekliyor.
Kaya resim sanatı, neolitik dönemden beri doğal olarak insanlar, hayvanlar karşısında ya avcı ya da çoban olarak, bazı konumlarda ise çiftçi ve savaşçı betimlemeler ile başka yörelerde biliniyor. Batı Avrupa'daki hayvan ağırlıklı buzul dönemi mağara resimlerinden farklı olarak, Latmos resimlerinde kadın-erkek çiftler, çocuklu aileler, çocuğu ile oynayan anneler, bireysel insan değil, insan toplulukları, özellikle "aile" öne çıkıyor.
Aynı mağaradaki bazı resimlerin dahi aynı elden çıkmadığı, biçemlerinden değişik ressamlarca farklı zamanlarda yapıldığı anlaşılıyor. Resimlerde yalnızca kırmızı kullanılmış. Balıktaş Mağarası'nda özellikle kadınlarda sarı renk de görülüyor. "Peschlow heyeti" resimde kullanılan boyanın Latmos'taki "demir oksitten" elde edildiğini, demir tozunun sıvıyla karıştırılıp parmakla ve bazı durumlarda bir nesne ile kaya duvarına sürüldüğünü ortaya koydu.
DAĞ TANRISININ TAPINAĞI
Karadere Mağarası'nda, 1m genişlik yarım metre yükseklik gösteren bir resimde 13 kişi var. Farklı boyutlardaki insanlar resme derinlik ve ilginç bir devinim veriyor. Resimde bir kadın, bir hayvan dışındakilerin tümü erkek. Ön planda vurgulanan T biçimli başı olan bir kişi ve
daha küçük ölçekte bazı benzerleri resimde yer alıyor. Öteki kaya resimlerinde insanlar çıplak iken, bu resimdekilerin uzun giysileri var. Daha kutsal görünümlü bu kişilerden öndeki, Hitit dünyasında da görülen "dağ tanrısı" olasılığını arkeologlara düşündürüyor.
Bu "büyük" tanrının, arkasındaki T kafalılarla birlikte tıpkı Hitit, sonraki yüzyıllarda Yunan tanrılarının "karargahı" diyebileceğimiz "Latmos pantheon"unu simgelediği sanılıyor. Mağaranın girişinde çanak biçimli bir adak oyuğu var. Ayrıca, oradan bakıldığında dağın doruğundaki kutsal taş görülüyor.. Ötekilerine kıyasla daha geniş bu alanın bir tapınak olduğu anlaşılıyor.
Prof. Haupthmann, Latmos kaya resimlerindeki bu olguyu şöyle değerlendiriyor: "Yörenin yaşam dolu betim dili ve simgesel içeriğinde, Karia'nın hava tanrısı ve Eski Anadolu'nun dağ tanrısının çok eski söylenceleriyle dolu bir kutsal dağın kökleri çok eskilere uzanan büyülü törenleri, izleyicinin gözleri önünde canlanır. Bu nedenle, Ege kıyısının yakınındaki, Batı Anadolu'nun erken dönemlerine ait bu betim dünyası, tüm dünyada örnekleri bulunan kaya resim sanatı içerisinde benzersizdir. Erken dönem insan resimleri Anadolu'nun tarihöncesi arkeolojisi konusunda, yakın dönemde yapılan en büyük keşiflerden biridir."
Balıktaş Mağarası'nda, dağ yükseltilerinin altında uzanan bir meandır, yanında denizin dalgalarını yansıtan bezemelerin önünde sanki bir geometrik doğa resmi ortamında kucaklaşan, belki de sevişen bir çiftin yanındaki karede, bu sevişmenin sonucu olan bir kız çocuğunun annesi ile oynadığı görülüyor. Çayırlık mevkii denilen bir alanda Çatalhöyük'ün duvar resimlerinde rastlanan, yakın dönem kilimlerinde de görülen iç içe geçmiş baklava biçiminde geometrik bezemeler bulunuyor.
Şimdi, başlangıçta sözünü ettiğimiz Bafa Gölü'nün kuzey kıyısındaki İkizada'nın karşısındaki yamaçta bulunan tarihin en eski düğün betimlemesine geçebiliriz. Bu resimden bir yıl önce, Karadere Mağarası'nın girişinde "horon teper" gibi dans eden erkekler betimlemesinin bulunduğunu da dikkate alalım. Denizden 290 m, dere yatağından ise birkaç metre yüksekteki bir mağaranın tavanında büyükçe boyanmış bir çift, resmin sağında daha küçük boyda, ayaklarının kıvrımlı biçimlerinden dans ettikleri anlaşılan altı kadın görülüyor. Kadınlar üçer üçer bir erkekle gruplara bölünmüş. Solda üçlü bir başka oturan kadın grubu yer alıyor.
Dr. Peschlow, "8 bin yıllık bu resmin dilini, bunu bir evlilik töreni olarak günümüze çevirebiliriz" dedikten sonra ekliyor: "Bu durumda, ister sanat tarihi, ister insanlık tarihi açısından baktığımızda bu bir ilk evlilik törenidir.
Mağaranın tavanını tümden kaplıyor. Burada hareketleri ve canlılığı yansıtmak için bir simetriye gidilmemiş. Büyük boyutla vurgulanan çift tam ortada değil. Sağda, sola kıyasla daha çok insan var. Kadınların hareketli oldukları, dans ettikleri, eğilimli konumları ve bacaklarının bükülmüşlüğünden anlaşılıyor. Resim doğasal bir biçemde yapılmış."
HİTİT PRENSİNİN MÜHRÜ
Bir başka olağanüstü buluntu ise bin metre yükseklikteki Sakarkaya köyü yakınında Hitit-Luvi dilindeki bir hiyeroglif yazıttır. Yazıt, Hitit prensi Kupanta-Kuruntiya'nın mührü niteliğinde. Mira'ya kral olan prensin adının buraya İÖ 14. yy. sonlarında kazınmış olması önem taşıyor.
İzmir yakınlarında Karabel ve Akpınar'dan sonra Ege'de bulunan bu yazıt Hitit İmparatorluğu'nun genişleme sınırları hakkında önemli ipucu veriyor. Mühürle yörenin neolitikten Hitit'e, Karya Satraplığı'ndan Yunan, Roma'dan Bizans'a, Menteşe Beyliği'nden Osmanlılara kadar uzanan tarihsel bağlantısında zincirin önemli bir halkası da ortaya çıkarılmış oldu. Kentin kuzeyinde Kuletepe'nin güney yamacının kaya resimlerini yapan insanların genel yaşam alanı olduğu düşünülüyor. Bu yörede, Sisam Adası'nda bulunan İÖ 6-5 bin yılları benzeri seramikler, 13 cm uzunluk ve 9 cm yüksekliğindeki pişmiş topraktan başsız, bir bacağı ve gövdenin bir bölümü kayıp bir ayı heykelciği de ele geçti. Ayı figürü Doğu Ege için ender bir buluntu olup Batı Anadolu'da bulunan en eski ilk ayı heykelciğidir.
Malkaya Mağarası'nda "obsediyen (volkanik cam)" ve çakmak taşından ok uçları, orak bıçakları, yassı baltacıklar, pişmiş topraktan yarım küre biçiminde dokuma ağırşakları, idoller, midye, balık kalıntıları, alageyik, yaban keçisi, domuzu, kınalı keklik ve kaya güvercini kemikleri ile evcil keçi, koyun, sığır ve köpek kemikleri de bulundu.
Şimdi, doğanın binlerce yıllık olumsuz etkileri altında kalan bu olağanüstü buluntuların nasıl korunarak geleceğe bırakılacağı sorunu öne çıkıyor. Bazıları, kayaların konumlarından dolayı yağmurdan korunmuş, ancak tabanda oluşan nem resimlere yer yer zarar vermiş durumda. Bazı bölümlerin kayboldukları görülüyor. Yaklaşık dörtte biri tam olarak korunan, ancak yağmur-güneş etkilemesi sonucunda çatlayan bazı kayalar üzerindeki resimlerin ise ivedi olarak korunmaları gerekiyor.
Maiandros nehri aluvyonlarla Milet'i, Priene ve Myous'u bir delta konumuna getirip kapatınca Latmos Körfezi denizden 30 km. içerideki bir göle dönüştü. Göl üzerindeki adacıklarda kilise, gölün karşı kıyısında ise bazı sur duvar kalıntılarını görebilirsiniz. 15 yıl öncesine değin "Heraklia Latmos (Latmos Herkülü)" bir Yunan-Roma kenti olarak bilinirdi. Kentin sırtını dayadığı "Latmos (Beşparmak)" Dağı, "hava-yağmur" tanrısından dolayı kutsal kabul edilirdi. Daha sonraki bin yıllarda "Zeus Akraios (Doruktaki Zeus)" adına yapılan bir tapınağın kalıntıları da bulundu.
AY TANRIÇASININ ÇOBAN SEVGİLİSİ
Yörenin ünlü öyküsü, bu dağda yaşayan avcı-çoban Endymion ile ay tanrıçası Selene'nin aşkını anlatır. Tanrıça, tanrıların tanrısı Zeus'tan mağarada uyuyan çobanın hiç uyanmamasını, sonsuza değin genç kalmasını sağlamasını ister. Bu aşktan 50 kız ve bir erkek çocuğu olur. Öykü, antik dönemde, şiirlere, resimlere ve mermer kabartmalara konu olmuştur. Eğer, antik kentin içinde dolunayın olduğu bir gece göle, değişik bir doğa yapısına sahip Beşparmak Dağı'na bakacak olursanız, öykünün neden burada yaratıldığını kolayca anlarsınız.
Söğütözü Köyü'nde arıcılık yapan Yaşar Beşparmak, antik kentte yüzey ve çevre araştırmalarını sürdüren Dr. Peschlow'a, Göktepe yöresindeki inlerde gördüğü resimlerden söz eder. Birlikte gittikleri mağarada Peschlow, kaya üzerine boya ile yapılmış resimleri görünce şaşırır. Çünkü, böylesine bir resim, değil dünyada bu yörede dahi hiç bilinmiyordu. Anadolu ya da Ortadoğu'da kayalara kazınmış resimlerden farklı olan bu kaya resimleri boya ile yapılmıştı. (Cumhuriyet Bilim-Teknik'te 22 Temmuz 1995'te yayınlanmıştı)
Bayan Peschlow, o günden sonra bugüne değin 200 km 2'lik bir alan içinde 500 insan çiziminin de yer aldığı 160 değişik resim grubu daha buldu. Resimler, daha çok göl kıyısına yakın yamaçtaki "mağaramsı" kaya kovuklarının iç yüzeylerine, doğanın düzelttiği düz alanların oluşturduğu nişlere, bazıları da aşınmış yüzeylere yapılmışlardı.
Resimlerin olduğu kaya kovuğumsu inlerin bazılarında su kaynıyor ya da derecikler geçiyor. Ancak dört resim, gerçek mağara içinde olup ötekileri gün ışığı görüyor, hatta bazıları doğrudan güneşe bakıyorlar.
Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün Başkanı Prof. Harald Hauptmann, resimleri "İki değişik biçemin görüldüğü ve gerek biçem gerekse konu bakımından kendi içinde bütünlük oluşturan bu kaya resimleri grubu, neolitik ve kalkolitik dönemlerde Anadolu'da geçerli olan dinsel inanç dünyasını yansıtmaktadır" sözleri ile yorumluyor.
LATMOS'TA "AİLE" ÖNE ÇIKIYOR
"Paleolitik (Yontmataş)" döneminde rastlanan bazı mağara resimleri kadar büyük olmayan, İÖ 8-4 bin yılları arasına tarihlenen Latmos'takiler, küçük boyutlu, simgesel nitelikli resimlerden oluşuyor. "Çöp adam" görünümlü erkekler hep karşıdan, güçlü kıvrık kol ve bacakları ile betimleniyor, cinsel organları görülmüyor. Kadınlar ise tıpkı Konya Çatalhöyük, Burdur Hacılar ana tanrıçaları gibi dolgun kalçaları ile daima yandan betimlenmişler.
Öykü gruplarını, kilim motiflerini yansıtan bezemeler, Latmosluların dağ tepelerinden gördükleri Menderes'in kıvrımlarından adını alan "meander (büklüm)" çizimleri, el ve ayaklar tamamlıyor. Ege'de olmasına karşın Latmos kültürü, Çatalhöyük ve Hacılar bezemelerine benzerlikleri ile Orta Anadolu'yla bağlantıyı kanıtlıyor. İÖ 6. binyıl Hacılar seramiklerindeki el betimleri ile günümüz Şanlıurfa köylerinde kerpiç duvarlı evlerin pencere çevrelerine nazarlık amacıyla duvara kireçle yapılan el baskıları geleneği Latmos'ta yaygın olarak görülüyor. Latmos kaya resimleri Anadolu çıkışlı olarak Ege adalarından seke seke Avrupa'ya yönelen neolitik göçe yeni bir önemli bakış açısı ekliyor.
Kaya resim sanatı, neolitik dönemden beri doğal olarak insanlar, hayvanlar karşısında ya avcı ya da çoban olarak, bazı konumlarda ise çiftçi ve savaşçı betimlemeler ile başka yörelerde biliniyor. Batı Avrupa'daki hayvan ağırlıklı buzul dönemi mağara resimlerinden farklı olarak, Latmos resimlerinde kadın-erkek çiftler, çocuklu aileler, çocuğu ile oynayan anneler, bireysel insan değil, insan toplulukları, özellikle "aile" öne çıkıyor.
Aynı mağaradaki bazı resimlerin dahi aynı elden çıkmadığı, biçemlerinden değişik ressamlarca farklı zamanlarda yapıldığı anlaşılıyor. Resimlerde yalnızca kırmızı kullanılmış. Balıktaş Mağarası'nda özellikle kadınlarda sarı renk de görülüyor. "Peschlow heyeti" resimde kullanılan boyanın Latmos'taki "demir oksitten" elde edildiğini, demir tozunun sıvıyla karıştırılıp parmakla ve bazı durumlarda bir nesne ile kaya duvarına sürüldüğünü ortaya koydu.
DAĞ TANRISININ TAPINAĞI
Karadere Mağarası'nda, 1m genişlik yarım metre yükseklik gösteren bir resimde 13 kişi var. Farklı boyutlardaki insanlar resme derinlik ve ilginç bir devinim veriyor. Resimde bir kadın, bir hayvan dışındakilerin tümü erkek. Ön planda vurgulanan T biçimli başı olan bir kişi ve
daha küçük ölçekte bazı benzerleri resimde yer alıyor. Öteki kaya resimlerinde insanlar çıplak iken, bu resimdekilerin uzun giysileri var. Daha kutsal görünümlü bu kişilerden öndeki, Hitit dünyasında da görülen "dağ tanrısı" olasılığını arkeologlara düşündürüyor.
Bu "büyük" tanrının, arkasındaki T kafalılarla birlikte tıpkı Hitit, sonraki yüzyıllarda Yunan tanrılarının "karargahı" diyebileceğimiz "Latmos pantheon"unu simgelediği sanılıyor. Mağaranın girişinde çanak biçimli bir adak oyuğu var. Ayrıca, oradan bakıldığında dağın doruğundaki kutsal taş görülüyor.. Ötekilerine kıyasla daha geniş bu alanın bir tapınak olduğu anlaşılıyor.
Prof. Haupthmann, Latmos kaya resimlerindeki bu olguyu şöyle değerlendiriyor: "Yörenin yaşam dolu betim dili ve simgesel içeriğinde, Karia'nın hava tanrısı ve Eski Anadolu'nun dağ tanrısının çok eski söylenceleriyle dolu bir kutsal dağın kökleri çok eskilere uzanan büyülü törenleri, izleyicinin gözleri önünde canlanır. Bu nedenle, Ege kıyısının yakınındaki, Batı Anadolu'nun erken dönemlerine ait bu betim dünyası, tüm dünyada örnekleri bulunan kaya resim sanatı içerisinde benzersizdir. Erken dönem insan resimleri Anadolu'nun tarihöncesi arkeolojisi konusunda, yakın dönemde yapılan en büyük keşiflerden biridir."
Balıktaş Mağarası'nda, dağ yükseltilerinin altında uzanan bir meandır, yanında denizin dalgalarını yansıtan bezemelerin önünde sanki bir geometrik doğa resmi ortamında kucaklaşan, belki de sevişen bir çiftin yanındaki karede, bu sevişmenin sonucu olan bir kız çocuğunun annesi ile oynadığı görülüyor. Çayırlık mevkii denilen bir alanda Çatalhöyük'ün duvar resimlerinde rastlanan, yakın dönem kilimlerinde de görülen iç içe geçmiş baklava biçiminde geometrik bezemeler bulunuyor.
Şimdi, başlangıçta sözünü ettiğimiz Bafa Gölü'nün kuzey kıyısındaki İkizada'nın karşısındaki yamaçta bulunan tarihin en eski düğün betimlemesine geçebiliriz. Bu resimden bir yıl önce, Karadere Mağarası'nın girişinde "horon teper" gibi dans eden erkekler betimlemesinin bulunduğunu da dikkate alalım. Denizden 290 m, dere yatağından ise birkaç metre yüksekteki bir mağaranın tavanında büyükçe boyanmış bir çift, resmin sağında daha küçük boyda, ayaklarının kıvrımlı biçimlerinden dans ettikleri anlaşılan altı kadın görülüyor. Kadınlar üçer üçer bir erkekle gruplara bölünmüş. Solda üçlü bir başka oturan kadın grubu yer alıyor.
Dr. Peschlow, "8 bin yıllık bu resmin dilini, bunu bir evlilik töreni olarak günümüze çevirebiliriz" dedikten sonra ekliyor: "Bu durumda, ister sanat tarihi, ister insanlık tarihi açısından baktığımızda bu bir ilk evlilik törenidir.
Mağaranın tavanını tümden kaplıyor. Burada hareketleri ve canlılığı yansıtmak için bir simetriye gidilmemiş. Büyük boyutla vurgulanan çift tam ortada değil. Sağda, sola kıyasla daha çok insan var. Kadınların hareketli oldukları, dans ettikleri, eğilimli konumları ve bacaklarının bükülmüşlüğünden anlaşılıyor. Resim doğasal bir biçemde yapılmış."
HİTİT PRENSİNİN MÜHRÜ
Bir başka olağanüstü buluntu ise bin metre yükseklikteki Sakarkaya köyü yakınında Hitit-Luvi dilindeki bir hiyeroglif yazıttır. Yazıt, Hitit prensi Kupanta-Kuruntiya'nın mührü niteliğinde. Mira'ya kral olan prensin adının buraya İÖ 14. yy. sonlarında kazınmış olması önem taşıyor.
İzmir yakınlarında Karabel ve Akpınar'dan sonra Ege'de bulunan bu yazıt Hitit İmparatorluğu'nun genişleme sınırları hakkında önemli ipucu veriyor. Mühürle yörenin neolitikten Hitit'e, Karya Satraplığı'ndan Yunan, Roma'dan Bizans'a, Menteşe Beyliği'nden Osmanlılara kadar uzanan tarihsel bağlantısında zincirin önemli bir halkası da ortaya çıkarılmış oldu. Kentin kuzeyinde Kuletepe'nin güney yamacının kaya resimlerini yapan insanların genel yaşam alanı olduğu düşünülüyor. Bu yörede, Sisam Adası'nda bulunan İÖ 6-5 bin yılları benzeri seramikler, 13 cm uzunluk ve 9 cm yüksekliğindeki pişmiş topraktan başsız, bir bacağı ve gövdenin bir bölümü kayıp bir ayı heykelciği de ele geçti. Ayı figürü Doğu Ege için ender bir buluntu olup Batı Anadolu'da bulunan en eski ilk ayı heykelciğidir.
Malkaya Mağarası'nda "obsediyen (volkanik cam)" ve çakmak taşından ok uçları, orak bıçakları, yassı baltacıklar, pişmiş topraktan yarım küre biçiminde dokuma ağırşakları, idoller, midye, balık kalıntıları, alageyik, yaban keçisi, domuzu, kınalı keklik ve kaya güvercini kemikleri ile evcil keçi, koyun, sığır ve köpek kemikleri de bulundu.
Şimdi, doğanın binlerce yıllık olumsuz etkileri altında kalan bu olağanüstü buluntuların nasıl korunarak geleceğe bırakılacağı sorunu öne çıkıyor. Bazıları, kayaların konumlarından dolayı yağmurdan korunmuş, ancak tabanda oluşan nem resimlere yer yer zarar vermiş durumda. Bazı bölümlerin kayboldukları görülüyor. Yaklaşık dörtte biri tam olarak korunan, ancak yağmur-güneş etkilemesi sonucunda çatlayan bazı kayalar üzerindeki resimlerin ise ivedi olarak korunmaları gerekiyor.
Bafa Gölü ve Latmos Herakleia'sı-1
Nerden başlasak, nasıl anlatsak denir ya...Gerçekten neresinden başlamaya karar vermek zordur, İşte öyle görkemli bir olgudur, Bafa Gölü ve çevresi'nin güzellikleri.. ..Hem muhteşem bir tarihsel coğrafya, hem de doğa harikası bir kuş cennetidir Bafa..
Hemen belirtelim Umar Karia ve Türkiye'deki Tarihsel Adlar kitabında, Bafa gölü ismini PA-UVA ögelerinden türetildiğini söylüyor.. Gene bir Luvi ismi Bafa gölüne ismini veren yaşayan en eski isim olarak anılıyor... Pa yani bir su yerleşimi.. Aslında Bafa adlı bir köy koca antik Latmos Gölünün güney doğusunda hala aynı adla yer alıyor..
Aşağıya yazacağım isimleri belleğinize yazınız, burası antikçağın en görkemli, gizemli, tarihsel Coğrafya olarak da en kapsamlı bölgesinde bulunuyor...Bir defa bu muhteşem göl, bir eski körfez.. Maiandros deltasıyla aynı adı taşıyan ırmağın taşıdığı alüvyonlarla komşuları sayılabilecek, Milet, Priene gibi bir Maiandros/Menderes deltasının sonucunda oluşmuş bir göl ve yanında, adalarında bir antik kent...Dağ; Latmos dağı,(Beşparmak) ilkçağlardan neolitikten tunç çağlarına uzanan bir dağ, Bafa Gölünü çevreleyen..
Evet, Şu isimleri belleğinize yazınız, ve sonra da aşağıdaki tarihsel yazıyı okuyunuz...Ama bu öykü bitmez...Bu gerçeği Siz de hissedeceksiniz..
Bafa Gölü, Kapıkırı, Mersenet, Lade, Latmos Dağı, Latmos Herakleia, Endymion, Selene, İoniapolis, niceleri..
Bakınız Bafa gölü ve cevresiyle ilgili kaç başlık çıkar.? Ben doğrusu hala karar veremedim...
Latmos (Latmos Herakleiası) (Muğla-Milas)
Latmos Herakleiası, Bafa gölünün kuzey-doğu kıyısında Milas'a 39 km. uzaklıktaki Latmos dağlarının eteklerindeki Kapıkırı Köyü'nün bulunduğu yerdedir. Eski Çağda Latmos dağları olarak bilinen Beşparmak dağları sarp ve ormanlarla kaplı olup Latmos körfezini(Latmikos Kolpos) çevirmektedir. Doğal güzelliği ile tanınan bu antik kente aynı zamanda Latmos veya Latmia ismi de yakıştırılmıştır. Nitekim Strabon ,çevresindeki dağlardan dolayı kentin Latmos ismini aldığını da özellikle belirtmiştir.
Latmos, Hellen dilinde değiştirilmiş bir sözcüktür. Antik çağlarda bu bölge Ana Tanrıça Lada'dan ötürü bu isimle tanınıyordu. Hellenler Lada ismini Latmos olarak değiştirerek kente de bu ismi vermişlerdir. Herakleia isminin nereden geldiği konusunda kesin olmamakla birlikte M.Ö. IV.yy.da Mausolos bir hileyle ele geçirdiği kenti Hellen doğrultusunda yeniden kurmaya çalıştı ve Latmos adını da Herakleia'ya çevirdiği ileri sürülür. Mausolos'un ölümünden sonra M.Ö. III.yy. başlarında on yıl kadar Ptolemaios sülâlesinden Pleistarkhos'un yönetiminde kalan kent bu devrede Pleistarkheia diye, daha sonra da Lysimakhos tarafından Latmos kıyısındaki Aleksandreia diye isimlendirilmişse de bunlar kalıcı olmamıştır. Daha sonra Anadolu?da aynı adı taşıyan başka kentler de olduğundan , bunu diğerlerinden ayırmak için Latmos Herakleia?sı denilmiştir.
Kentin ne zaman kurulduğu kesinlik kazanamamakla beraber tarihte isminden en çok M.Ö. II.yy.da Miletos-Magnesia savaşında bahsedilmiştir. Roma devrinde kente bağımsızlık verilerek önemi ortaya çıkmıştır. M.Ö. I.yy. dan itibaren kıyısında bulunduğu körfezin ağzı alüvyonlarla dolmaya başlayınca önemini yitirmeye başlar. Ancak karadan ulaşımın çok güç oluşu kente doğal bir korunma verdiğinden Hıristiyanlığın yayılmasıyla Bizans döneminde yeniden canlanır. VII-IX.yy.lar da piskoposluk merkezi olarak birçok kilise ve manastır inşa edilir.
Latmos Herakleia'sı en parlak devrini Helenistik dönemde yaşamıştır. Özellikle deniz ticareti sayesinde çok zenginleşmiştir. Antik döneme tarihlenen kalıntıları Latmos Dağı'nın Bafa Gölüne uzantılarının
bulunduğu yerdeki Kapıkırı köyü ile iç içedir. Gerçekte, eski kent bugünkü Herakleiasının doğusunda dik bir yamaçta kurulmuştur. Kentin sur duvarları M.Ö.287de Lysimachos tarafından genişletilmiş,uzunluğu 6.5 km.ye ulaşmıştır. Surlar 65 kule ile takviye edilmiştir. Sonraki yıllarda bilinmeyen bir nedenle sur duvarları küçültülmüş ve 4,5 km.ye indirilmiştir.
Latmos Herakleiası Hippodamos plân düzeni anlayışında yapılmış olup, sokaklar birbirini kuzey-güney, doğu-batı doğrultusunda kesmiştir. Aralardaki parsellere kentin dinsel ve devlet yapıları ile evler yerleştirilmiştir. Kente egemen yüksek bir tepe üzerinde oldukça büyük bir mabet kalıntısı dikkati çekmektedir. Burada ele geçen bir yazıttan Athena'ya ait olduğu anlaşılan, birbirine eşit büyüklükte bir pronaos ve Naosdan meydana gelen Templum ın antis plânındaki bu Athena mabedinin yanı sıra bir başka mabet kalıntısı daha bulunmaktadır. Kutsal alanda Pronaos ve Naosdan oluşan bu mabedin kime ithaf edilmiş olduğu kesinlik kazanamamıştır. Prof.Dr.Ekrem Akurgal bu kalıntının Ay Tanrıçası Selena'ya ait olabileceğini ileri sürmüştür.
Helenistik dönemde çok sevilen bir Mitosa göre, Ay Tanrıçası Selene, Latmos dağındaki bir mağarada uykuya yatmış olan genç ve güzel çoban olan Endymion'a aşık olur. Kavalından başka hiçbir şeyi olmayan çoban geceleri uyurken Tanrıça Selena onun üzerine eğilir ve gümüş ışığıyla onu sararmış. Zeus onların bu sevgisinden çok hoşlanmış ve ona bir armağan vermek istemiş Endymion'da ondan ölümsüz bir uykuyla uyumayı dilemiş. İşte Beşparmak dağlarında Çobanın kavalı her gece duyulur Selena?nın da ışıkları onu hep sararmış.
Athena tapınağının doğusunda kentin agora?sı yer alır. Güney tarafı meyilli ve iki katlı olan agoranın birinci kat duvarları ile dükkanları sağlam durumdadır. Güneydeki duvar ise o dönem taş işçiliğini en iyi biçimde yansıtmaktadır. M.Ö. II.yy.a tarihlenen Bouleterion yıkılmış olup mimari parçaları çevreye dağılmıştır. Bu parçaların incelenmesinden yapı duvarlarının üst kısmının dor üslûbunda yarım sütunlarla hareketli bir görünüm kazandırıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca duvarlar üzerindeki triglif frizleri ,diş kesimleri ile tamamlandığı architrav ve alınlık parçalarından anlaşılmaktadır. Herakleia Bouleterionu mimari düzen olarak Milet Bouleterionu örnek alınarak yapılmıştır. Nitekim duvarlara paralel U şeklinde taş oturma sıraları ve sütunlarla hareketlendirilmiş mimari bu benzerliğin en açık kanıtıdır. Roma döneminde yapılmış Tiyatrodan sadece Scene bölümüne ait mimari parçalar vardır, Caveadan ve oturma kademelerinden herhangi bir kalıntıya rastlanmamıştır. Nymphaion ve Hamamlardan ise günümüze çok az mimari parça gelebilmiştir.
Bizans döneminde Herakleia surlarından yararlanılarak akropol eteklerine bir kale yapılmıştır. Kalenin arkasında oldukça geniş bir nekropol alanı bulunmaktadır. Yan yana dizilmiş mezarların büyük bölümü kayaların içerisine oyulmuş olup,her birinin üzeri kapaklarla örtülmüştür. Mezarların bazıları ise gölün kıyıya yakın suları altında kalmıştır.
Herakleia'nın tamamen terk edildiği yıllardan bir süre sonra M.S.VIII.yy.ın ilk yarısında Sina yarımadasından,Yemenden gelen Hıristiyan papazları burada bir takım manastır ve kiliseler yapmışlardır. Bu manastır ve kiliseler Latmos dağlarından başlayarak körfeze ve Bafa gölü üzerindeki adacıklara yayılmıştır. Ele geçen bir belgeye dayanılarak Latmos Herakleiasında on üç manastır olduğu öğrenilmişse de bunlardan pek azı günümüze ulaşabilmiştir. Çoğunlukla M.S.VIII.yy.ın sonu ile IX.yy.ın başlarına tarihlenen bu manastırların hemen hemen hepsi dışarıdan gelebilecek saldırılara önlem olmak üzere surlarla, kalelerle korunmaya çalışılmıştır. Bunlardan Herakleia adasındaki manastırın ve adanın etrafı surlarla çevrilmiş, batı yönüne de oldukça uzun bir bazilika yapılmıştır. Bugün bu bazilikanın büyük bir bölümü suların altındadır. Bunun yanı sıra adanın ortasında yontma taştan bir başka kilise de yapılmıştır. Batı yönündeki oldukça uzun, çift sıra tuğladan bir başka bazilika da yine sular altında kalmıştır.
Herakleia antik kentinin güneydoğusunda Latmos dağları üzerinde iki kilise, bir şapel, keşiş hücreleri ve
sarnıçtan oluşmuş Kellibaro manastırı (Yediler Manastırı) bulunmaktadır. Manastırın ilginç tarafı şemsiye şeklindeki bir kayanın içerisine oyularak yapılması ve avlusundaki zeytin ağaçlarının arasından küçük bir akarsuyun geçmesidir. X.yy.dan biraz daha önceki yıllarda yapıldığı sanılan, içerisi fresklerle süslü manastırı çeviren surlar ve kale birbirleriyle merdivenlerle bağlantılı iki bölümden meydana gelmiştir. Bu kalelerden altta olanın içerisinde duvarları aynı zamanda sur görevini de üstlenen iki küçük kilise daha bulunmaktadır. Güney-batıdaki küçük kilise son derece mükemmel duvar örgüsüyle diğerlerinden ayrılmaktadır. Ayrıca üst örtülerde,tonozlarda Meryem ve çocuk İsa'nın resmedildiği fresk izleri vardır. Üst kalenin oldukça iyi korunmuş savunma kapısı ayakta durduğu gibi Palaiologoslar devrine (1261-1453) özgü duvar teknikleri dikkati çekmektedir.
İki küçük kayalık adadan oluştuğundan ötürü İkiz Ada denilen adada bazı temel kalıntıları da bulunmaktadır. Surlarla çevrili olan adanın sur duvarlarından bir bölümünü yine kilisenin duvarı sağlamıştır. Hz.Meryem'e atanan kilisenin yapımında bazı düzensizlikler olduğu görülen bu kilise de çift haç ve hayat ağacı motiflerinin yanı sıra bazı takdis şiirlerine de duvarlarda yer verilmiştir.
Kahve Asar adasındaki duvarların büyük bölümü yıkılmış olmasına karşılık kıyıda,suyun içerisindeki duvarın kalıntıları dikkati çekmektedir. Latmos bölgesindeki kiliselerin en büyüklerinden biri olduğu sanılan buradaki kilise kapalı yunan haçı plânında olup kubbesinin içerisinde aziz tasvirlerini içeren fresk kalıntıları bulunmaktadır.
Bafa Gölünün doğu kenarındaki Herakleia adasının çevresinde kargaların dolaşmasından ötürü halk tarafından KARGA asar adası ismi yakıştırılmıştır. Adanın ortasında kiboryon mekanlı bir kilise ile iki şapeli bulunmaktadır. Buradaki dini yapılar da surlarla çevrilmiştir.Gölün kuzeyindeki Menet adasında yonca plânlı kilise ile iki küçük manastır ve derviş hücreleri vardır.
Herakleianın kuzeyinde Hz.İsaya adanmış, kayalara oyulmuş bir kilise bulunmaktadır. Burada İncil?den alınmış, İsanın yaşamıyla ilgili sahnelere yer verilmiştir.
Ayrıca kentin kuzeyinde de yine kayalara oyulmuş Pantokrator kilisesinde tahtta oturan dünyanın hâkimi İsa ile dört İncil yazarının freskleri bulunmaktadır.
Bafa gölünün kuzey-doğusunda dik bir yamaçta Stilyos Manastırı dikkati çekmektedir. Çevresindeki üç şapel ile birlikte bu manastır da surlarla çevrilidir. Ayrıca manastırın kuzeyinde genç Paulosun Kaya kilisesine yer verilmiştir. Halkın Arap Avlusu dediği bu kilise uçurumdaki bir kayanın içerisine oyularak yapılmıştır. Buradaki fresklerde Hz.İsanın yaşamından alınmış sahneler işlenmiştir.
Latmos ve Herakleia çevresinde araştırmaları Alman Arkeolog Annelise Peschlow yıllardır sürdürmekte...
Menderes Ovasını geçenlere, doğuda Latmosun patlamaya hazır görünen, zikzak çizen kara çehreli doruğu gözdağı verir. Bu dağ, bir gölle işlek yola olan bağları kesilmiş, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, verimli topraklardan yoksun bölgenin eskiden beri en ıssız yeri olmuştur. Birbiri üstüne karmakarışık yığılmış kayaların eşi benzeri olmayan yabanıllığı, bir gezginin yaşayabileceği en büyük doğa yaşantılarından biridir.
Martin Schedenin yukarıdaki sözlerle çok iyi anlattığı bu dağlık bölgede, son yıllarda pek çok arkeolojik buluntu ortaya çıkarılmıştır. Anadolunun kutsal dağlarından biri olan Latmos'un doruğu, Hava Tanrısının tahtıydı. Burada son zamanların en önemli keşfi, dünyada eşi benzeri olmayan prehistorik kaya resimleridir. Karadere Mağarası muhtemelen Hava Tanrısının en önemli tapım merkeziydi. Günümüzde burayı ziyaret edenler, dağın tepesi ile kaya resimleri arasındaki ilişkiyi kolayca anlayabilirler. Gizemli ve çoğunlukla korkutucu bir izlenim bırakan Latmos Dağı, bağrından kendi tanrılarını, söylencelerini ve azizlerini çıkarmış, dağın kayalık doğasının damgasını vurduğu, kendine özgü bir kültür ortaya çıkmıştır.
Anneliese Peschlow-Bindokat
Yirmi küsur yıldır Latmos Projesinin başkanlığını yürüten Dr. Anneliese Peschlow, Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsünde (DAI) araştırmacıdır. Peschlow, bildiğimiz kadarıyla çok sevdiği ve bağlandığı Bafa Gölünde, Kapıkırı Köyünde hayatını sürdürmekte,
Katkıda Bulunanlar: Urs Peschlow, Volker Höhfeld
Kaynak Kitap:
Bir Bakışta Latmos Tarihi- Karia- Coğrafi Alan ve Tarih- Latmos Dağı- Söylence Yüklü Bir Yer - Antik Yerleşim Tarihi ve Dünden Bugüne Yapılan Araştırmalar- Tarih Öncesi Dönemde Latmos- Dağ Zirvesindeki Hava ve Yağmur Tanrısı Kültü Prehistorik Kaya Resimleri- Latmosta Hititler- Suratkaya Hiyeroglif Yazıtı Antik Dönemde Latmos- Karia Kenti Latmos- Hellenistik Kent Latmos Herakleiası- Latmos ve Latmos Herakleiasındaki Nekropoller- Latmostaki Antik Dönem Yolları- Latmos Sahasındaki Yerleşmeler, Savunma Yapıları ve Kutsal Alanlar- Latmos Ve Griondaki Antik Dönem Mermer Ocakları- Herakleia Mermer Ocakları- Miletos Mermer Ocakları- Bizans Döneminde Latmos Bölgesi- Urs Peschlow- Osmanlı Döneminden Günümüze Latmosta (Beşparmak) Kültürel Çehre Değişimi- Volker Höhfeld
Pratik Öneriler - Kaynakça- Terimler
Gerga Antik Kenti/Aydın, Çine
Gerga Antik Kenti
Çine'nin vadisinin barındırdığı bu yerleşim, çok farklı bir karaktere sahip. Bu bir köyden daha büyük değildir, fakat kalıntıları öyle dikkat çekici ve alışılmadıktır ki, bana(George BEAN'e) göre daha büyüleyici bir yer yoktur. Biraz uzak olan bu yerde,layıkıyla bir gezi için tam bir gün gereklidir.Yerleşim ,eski Çine'nin yaklaşık 6.4km. doğu güneydoğusundaki dağlık bölgededir. Buraya Ovacık köyünün yolu sayesinde ulaşılabilir. Fakat bugün en kolayı eski İncekemer köprüsüne kadar yeni Çine anayolunu kullanıp ,buradan yukarıya doğru yürümektir. Bunu yaparken tabi ki bir rehber gereklidir. Çine çayından(MARSYAS Çayı) karşıya köprü vasıtasıyla ya da az bir mesafe önünde bulunan, Çine'ye daha yakın bir noktadaki dereden taştan taşa atlayarak geçilebilir.
Her iki şekilde de, antik şehrin ilk belirtisi ile kuzeye doğru bir saatlik tırmanıştan sonra karşılaşılır. Burada yazın kuruyan , fakat kışın güneye akarak Çine çayına(MARSYAS Çayı)
karışan bir dere yatağının her iki yanında üzerinde yaklaşık 91 cm. yüksekliğinde hellenistik dönem harfleriyle GERGA yazılı bir kaya vardır.
Kuzeydoğuya doğru daha yükseğe çıkıldığında, tamamı ilgi çekici olan şehir merkezine uluşılır.
Burası tamamen Karia tarzındaki kavisli bir teras duvarıyla birlikte payandalarla desteklenmiştir.
Terasın üzerindeki bir grup eser tam anlamıyla eşsizdir. Gözler ilk önce çatısıyla beraber mükemmel bir şekilde korunmuş yapıya takılır. Bu hiç şüphesiz bir tapınaktır. Çatı, ahşap taklidinde taş kirişler ve yassı taşlardan inşa edilmiştir, KAPININ ÜZERİNDEKİ ALINLIKTA "GERGAS" YAZMAKTADIR. Kaynak: ESKİÇAĞDA MENDERESİN ÖTESİ (KARİA) George BEAN -Çeviren:Pınar KURTOĞLU -ARION YAY.
GERGA kendine özgülüğü basit gibi görünen ama olağanüstü mimari çözümlemeleri ile çok ilginç bir antik yerleşim... Çevresindeki Çine çayı (Marsyas) vadisi çevresindeki ALİNDA, ALABANDA, AMYZON,THASTHARA ve aşağıdaki HYLLARİMA'nın biraz gerisinde kalan ulaşılması zor ama çok sürprizlerle karşılaştığımız GERGA ve çevresi daha ciddi korunmalı, kendi insanımıza ve dünyaya tanıtılmalıdır.
Prof. Dr. Bilge Umar; Karia ve Türkiye'deki Tarihsel Adlar kitaplarında Gerga isminin anlamını da belirtiyor; Bu ad Luvi dilindeki "KAR-KA", doruk yeri sözcüğünün bozulmuş biçimidir; diyor. Pers egemenliği zamanında İran'lılar Karia'nın tümüne KARKA diyorlardı. Yüce doruk yeri adının içindeki Garga ile şimdi sözünü ettiğimiz Gerga'nın kökeni ve anlamı aynıdır. Keza Hitit belgelerinde anılan KARKİİA yani KARKA yurdu adının Kark(a) bölümü, aynı kökeni ve anlamı yansıtıyor. Troas bölgesindeki Çanakkale'deki GARGARA (Küçükkuyu, Nusratlı) ile GERGİS, GERGİTHİON antik kentlerinin isimleri de aynı köktendirler. İda (Kaz) Dağı doruklarından olan Gargara'nın yani Karkaura, yüce doruk yeri adı da adaştır..(Umar'a göre)
KAYNAK:
KARİA ve TÜRKİYE'DEKİ TARİHSEL ADLAR Kitapları: Prof. Dr. Bilge UMAR-İNKİLAP YAY.
Çine Çayı,güneyden gelen ve doğal yolunda birer doğa harikası olan dağ geçitlerini izleyerek, Menderes Ovasına dolanır, Aydın güney yakınındaki Menderes'e (Antik Maiandros, Luvicesi Amandra) katılır. MARSYAS; Çine Çayının antik çağdaki ismidir. Bu ad aslında Luvi dilinden ya da İÖ.1.binyıldaki yerel ardılı Karia dilinden gelir. Marsyas'ın aslı MARSUWA'dır...Ma-(a)rs(a)-uwa, Ma (Anatanrıça)-pınar-lığı (birçok pınarın kaynadığı yer, halkapınar).
Marsyas çayına adını veren bir mythos öyküsü vardır.Bu öykünün ana hatları şunlardır.
"Marsyas, tanrı Apollon ile bir kaval çalma yarışmasına girmekten çekinmemiş, Phrygia kralı Midas'ın hakemliğinde, bu yarışma yapılmış ve Midas,Marsyas'ı yarışmayı kazandı saymış. Işıldayan tanrı buna pek kızmış, Midas'ın kulaklarını eşek kulağı gibi uzattıktan başka, Marsyas'ın da derisini yüzdürmüş, deriyi o yakınlarda bir yere astırmış."
Marsyas öyküsü, yontu(Heykel) Sanatçılarına da nice esin kaynağı olmuştur. Münih'teki ilkçağ yontuları müzesi olan GLYPTOTHEK'de, Marsyas'ı derisi yüzülerek öldürülmek üzere kollarından asılı durumda canlandıran bir heykel vardır. Bu bir Roma çağı yapıtı heykelin kopyasıdır.. Bunun hemen aynısı Tarsus'ta bulunmuştur, şimdi İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.
Kaynak:Karia-Prof.Dr.Bilge UMAR-İnkilap.yay.s.267
Anadolu'nun tarihi Coğrafyası 1-Prof.Dr.Veli SEVİN-Türk Tarih Kurumu Yay.