25 Nisan 2011 Pazartesi
Maiandros Deltasındaki Antik Kentler, Priene, Milet, Thebe, Didyma, Herakleia, Myous
MİLET/MİLETOS/MİLAWANDA
Arkaik Dönem’de kent nüfusunun güçlü bir Karia öğesi içerdiği ve Thales’in babasının da Karialılara özgü Eksamyes adını taşıdığı bilinmektedir. Miletos, Anadolu’daki Yunan kolonizasyonu konusunda çok erken tarihlere ait bulgular veren kentlerden biridir. En erken keramik örneklerinden bazıları, Minos Çağı Girit keramikleri ile yakınlıklar göstermektedir. Miletos İ.Ö. 1400 ve 1200 yılları arasında önemli bir Myken yerleşmesine de sahne olmuştur. Ana yerleşme , sonraları stadionun kurulduğu tepede yer alır. Burada sürdürülen kazı sonucunda bir megaron ve ilişkili yapılar ortaya çıkarılmış, çanak-çömlek fırınları saptanmıştır. Tepe İ.Ö. 1200 dolaylarında , Hititlerin başkenti Boğazköy ve Kıbrıs’ta Enkomi savunma duvarlarına benzeyen, kazamatlı bir sur duvarı ile çevrelenmiştir. Miletos surları Batı Anadolu’nun bu dönemdeki güvensiz ortamına tanıklık etmektedirler. Daha sonraki İon kolonistlerini Kodros oğullarından Neileus’un yönettiği söylenir. Kolonistler buraya ayak bastıklarında, yerli Karialılar ve Girit’te aynı adı taşıyan bir kasabadan göç etmiş Giritlilerin oluşturduğu bir topluluk ile karşılaşmışlardı. Herodotos’un anlattığına göre yanlarında hiç kadın getirmeyen İonlar, kentteki erkekleri öldürerek dul eşleri ile evlendiler. Bu olay üzerine, kadınlar eşleriyle sofraya oturmamaya ve onlara adlarıyla seslenmemeye ant içtiler.
İon Miletos olağanüstü derecede zenginleşti. Erken dönemlerde Yunan dünyasının en büyük kenti olduğuna kuşku yoktur. Kentin uygun konumu , Atinalı atalardan gelen girişimcilik ruhu ile birleşince Miletoslular , o çağın denizcileri arasında ilk sıraya geçtiler. Kara yönünde bağlantılar zayıftı. Bugün, Miletos’un Maiandros vadisi boyunca uzanan kervan yolları üzerinde bir durak yeri işlevi taşıdığı sanılabilir; oysa ekli haritaya bir bakış, antik çağda böyle bir durumun kesinlikle söz konusu olmadığını gösterecektir. Priene ve Myus bu bakımdan daha uygun konumda bulunmaktadırlar. Yol , günümüzdeki gibi Ephesos’tan geçmiştir.
Miletoslular denizler üzerinde rakip tanımadılar. İ.Ö. 8. yüzyıl kadar erken bir dönemde , özellikle 7. yüzyılda Hellespontos, Propontis ve Euksenios kıyılarında birçok koloni kurdular. Miletos, kolonilerinin toplam sayısı doksanı buluyordu. Hiç kuşku yok, kolonilerin tümünde nüfusu yalnızca Miletoslular oluşturmamıştı. Dışlanmış kişiler, sürgünler ve yeni bir yurt arayan diğerleri için ana kent, daha çok bir yol gösterici görevini taşıyordu. Bu tür kişiler, Miletos’ta toplanıp gönderilecek ilk topluluğa katılmış olmalıdırlar. Koloniler ile yapılan ticaretin kentteki zenginliği arttırdığı kesindir.
Maddi alandaki refaha, düşün alanındaki parlak başarılar eşlik ediyordu. Miletos gerçi bu konuda eşsiz değildi. Ephesoslu Herakleitos, Prieneli Bias, Kolophonlu Ksenophanes ve başkaları Miletos’un tek olmadığını kanıtlamaktadır. Ama Miletos’un hepsine önderlik ettiği tartışmasız kabul edilebilir. İlk önce Thales’in adı anılmalıdır. Onun , suyu evrendeki ana madde olarak nitelediğine ve İ.Ö. 585 yılındaki güneş tutulmasını önceden hesapladığına yukarıda değinilmişti. Kroisos ordularının geçmesi amacıyla, Thales’in Halys Nehri’nin yatağını değiştirdiği de anlatılır. Bir gün birisi, bütün akıl ve bilgisine karşın yoksul bir yaşam sürdüğünü söyleyip ünlü düşünüre sataşınca, Thales pratik ve etkili bir karşılık vermiştir: Astronomi alanındaki çalışmalarının yardımıyla, gelecek yıl zeytin hasadının bol olacağını hesaplayarak Miletos’taki tüm zeytin preslerini satın alır; sonra da bunları yüksek bir ücret karşılığında başkalarına kiralar. Böylece düşünürlerin de eğer isterlerse , zengin olabileceklerini kanıtlar. “Fakat” (diye ekliyor olayı anlatan tarihçi) “zenginlik , düşünürün gözünde bir amaç değildir.” Öğrendiğimize göre Thales , bir çember içine dik üçgen çizmeyi başaran ilk kişidir; bunu kutlamak için bir öküz kurban eder, yani kendine iyi bir ziyafet çeker. Düşünürün bir diğer başarısı da Mısır piramitlerinin yüksekliğini hesaplamaktır. Bunu bir insanın gölgesinin, gerçek boyuna eşitlendiği saatte piramitlerin gölgesini ölçerek gerçekleştirir. Thales’in en ünlü sözü, “Kendini bil” mesajını verir ve Delphoi’daki Apollon Tapınağı’na kazınmıştır. Çağımız insanına belki aykırı görünecek bir başka sözünde ise Thales, tanrılara üç şey için şükran duyduğunu belirtmiştir; hayvan değil insan, kadın değil erkek ve barbar değil Yunanlı olduğu için. Antik çağın Yedi Bilgesi’ni sıralayan listeler arasında büyük tutarsızlıklar görülmesine karşın, hepsinde üç ad yinelenir. Bunlar Miletoslu Thales’in, Prieneli Bias’ın ve Atinalı Solon’un adlarıdır.
Doğa bilimleri alanında Thales’i yurttaşları Anaksimenes ve Anaksimandros izler. Birincisi evrendeki ana maddeyi havanın oluşturduğunu, havanın yoğunlaşma ve gevşeme süreci ile maddenin diğer biçimlerini ürettiğini ileri sürmüştür. Anaksimandros ayrı bir ana maddeye ilişkin ayrı bir sav ile ortaya çıkar: Ana maddeye “Sonsuzluk” adını verir. Belki de buna – hem sonlu hem de somut olduğundan – “Sınırsızlık” demek daha doğrudur. Burada “Sınırsız” sözcüğüyle, özelliklerin veya niteliklerin sınırsızlığı ifade etmektedir; öyle ki onun bölünmesi, görebildiğimiz dünyadaki somut varlıkları yaratır.
Miletoslular aynı zamanda coğrafyanın babası olarak tanınırlar. İlk dünya haritasını Anaksimandros çizmiştir. O kıtaları, denizleri ve nehirleri haritasına işlerken birtakım varsayımsal simetri ilkelerini göz önünde tutmuş ve anlaşılan hiç gezmemiştir; ortaya çıkan sonuç günümüzde bilinenlerin karşısında, büyük yanlışlıklarıyla dikkati çekmektedir. Coğrafya adlı eserinde, yurttaşının çizdiği haritayı açımlayan Hekataios’un durumu çok farklıdır. Hekataios, çok gezmiş ve kendi gözlemlerini dünyanın her yanından Miletos’a akan konuklardan duydukları ile tamamlayabilmiştir. Yapıtından günümüze ulaşan parçalar gözden geçirildiğinde, güvenilirliği saptanmaktadır. Herodotos sık sık Hekataios’tan alıntılar yapar, bir yandan da onu insafsızca eleştirir. Hekataios’un söylediği bir söz, İ.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda Yunanları ve özellikle Miletosluları gerçeğin peşine düşüren, yeni ruhu yansıtması açısından önemlidir. “Ben , bana doğru görüneni yazıyorum” demiştir Hekataios, “çünkü Yunanlıların anlattıkları öyküler hem çoktur , hem de saçma. “Hekataios’un ardılı Herodotos’u okuyanlar, saçma da gözükse, dünyanın bu Yunan öykülerinden yoksun kalması durumunda, gerçekten yoksullaşacağını hissederler ister istemez.
Düşünsel ve maddesel alanda zenginlik, Miletosluları yumuşatmamıştır. “Bir zamanlar” der daha geç bir atasözü, “Miletoslular yürekli kişilerdi.” Lydia kurallarından Gyges ve Alyattes’e başarıyla karşı koyan Miletoslular ile barış yapmaktan Kroisos bile hoşnut kalmıştı. Persler çok güçlüydüler, ama antlaşmaya rıza gösterdiler. Miletos böylesi bir ayrıcalıktan pay alan tek İon kenti olarak kaldı. Perslere vergi veriyor, bir tyran kenti kesinkes Pers buyruğu ile yönetiyordu, ama Miletos az ya da çok özgürdü yine.
İ.Ö. 500 yılındaki kötü talihli İonia Ayaklanması’nda Miletos’un oynadığı rol, Histaios’un romantik yaşamının bir uzantısı gibi gelişmiştir. Öykü 512 yılında, Pers Kralı Dareios’un yıkım getiren Skythia seferi ile başlar. Dareios’un ordusunda Yunan kentlerini yöneten tyranların meydana getirdiği bir donanma filosu görev almıştır. Bunların içinde Miletos tyranı Histaios da vardır. Tuna Nehri’ne varılınca Dareios, gemilerden oluşturdukları bir köprüden geçerek karaya çıkacaktır. Dareios karaya çıkmadan önce, üzerine altmış düğüm attığı bir ipi Yunan komutanlarına verir. Onlara her gün bir düğümü çözmelerini, tümü çözüldüğünde hala dönmemiş ise kendisini bırakıp, yurtlarına yelken açmalarını söyler. Sonra da yabanıl Skyth ülkesinin içlerine doğru yola çıkar. Geride kalan Yunanlılar altmış gün beklerler. Kral dönmemiştir. Onlar ne yapacaklarını düşünürken, bir Skyth topluluğu çıkagelir. Skythler köprüyü bozmaları için Yunanlıları ikna etmeye çalışırlar. Böylece Dareios’un yıkımını sağlayacaklar, özgürlüklerini güvence altına alacaklardı – çünkü bu sırada kral da Skyth ülkesinin içlerinde ciddi yenilgilere uğramaktadır. Yunanlılar bu öneriye kulak vermek üzereyken Histaios onları engeller, köprüyü korur. Sonunda Skythlerin kovaladığı Dareios, Tuna kıyısına ulaşıp, belirlenen sürenin bitmesine karşın, köprünün yerinde durduğunu görünce, öylesine sevinir ve minnettar kalır ki, Histaios’a gönlünden geçeni dilemesini buyurur. Histaios yakınında gümüş madenleri bulunan, Batı Thrakia’daki Myrkinos’u ister ve hemen burayı tahkim etmeye girişir. Fakat bu konumda bir Yunan kalesini kesinlikle onaylamayan Dareios, önce Histaios’u uyarır; sonra da onun gibi değerli bir dostu yanı başında gereksindiğini söyleyerek Pers ülkesinin başkentine çağırır. Histaios, Aristagoras’a gizlice bir köle gönderir. Kölenin başındaki dövme, “İonialıları ayaklanmaya teşvik et” çağrısını iletmektedir. Histaios bir ayaklanmanın baş göstermesi durumunda, Dareios’un ayaklanmayı bastırmak için kendisini İonia’ya göndereceği umudunu taşımaktadır. Bir süredir, servetini geri almak amacıyla aynı yola başvurmayı düşünen Aristagoras hiç duraksamaz. Ve beklenildiği gibi Histaios sahneye çıkar. Sözde, baş kaldıran Yunanlılara karşı Pers satrabına yardım edecektir. Gel gelelim satrap kuşkulanır ve onunla işbirliği yapmayı reddeder. Histaios kaçar, Byzantion’u işgal ederek korsanlığa başlar. Ama çok geçmeden Persler tarafından yakalanıp öldürülecektir. Herodotos öyküyü bu şekilde anlatmıştır.Modern tarihçiler ise onun anlatımındaki bazı olanaksız noktalara parmak basmakta güçlük çekmezler.
İ.Ö. 494 yılındaki Lade Savaşı, ayaklanmanın başarısızlığı ve Perslerin Miletos’u ele geçirmeleri kentin altın çağına son verdi. Daha önce bir kez bile kaba kuvvete boyun eğmeyen Miletos’ta olay korkunç bir felaket gibi algılandı. Atinalı bir oyun yazarının “Miletos’un Düşüşü” adlı tragedyası sahnelendiğinde, izleyicilerin gözyaşları seller gibi akmış, yazar 1.000 drakhme para cezasına çarptırılmıştı. Herodotos’un anlattıklarına bakılırsa, kent tahrip edilmiş, erkekler öldürülmüş, kadınlar ve çocuklar tutsak alınmıştı. Her şeye rağmen , bir kuşak sonra Miletos yine ayaklarının üzerinde doğrulabildi. Perslerin Yunanistan’da yenilgiye uğratılması ve Anadolu’daki Yunanlıların özgürlüklerine kavuşmasının hemen ardından kent, yeniden inşa edildi. Yaşamının kalan bölümünü artık bu konumda sürdürecekti. Miletos İ.Ö. 5. yüzyıl ortalarında Delos Birliği’nin bir üyesi olarak beş talent katkıda bulunuyor, Ephesos’un ödediği tutarın çok az bir farkla gerisinde kalıyordu. Bu dönemde kent çok miktarda gümüş sikke darbetti.
Şaşılası bir şekilde kendisini toparlamasına karşın Miletos, bir daha asla eski gücünü elde edemedi. Atina donanmasının üstünlüğü, Miletos’un deniz ticaretinde etkinliğini yitirmesine yol açmıştı ve bunun yerini tutabilecek hiçbir şey yoktu. Kentin kaderi, genel çizgileriyle bütün İonia’nın kaderini izledi. 4.yüzyılda Miletos ile Karia Kralı Maussollos ve babası Hekatomnos arasında yakın ilişkiler sürüldüğü konusunda veriler vardır.Kent bir süre onların egemenliğinde kalmış olabilir.EKA (tomnos) ve MA (ussollos) lejandı taşıyan Miletos sikkeleri ele geçmiştir. Öte yandan, İ.Ö. 334 yılında İskender geldiğinde, kentte bir Pers garnizonu bulunmaktaydı. Miletos İskender’e karşı koyan kentler içinde ilk sırayı aldı. İskender ivedilikle kuşatmaya girişti, gemileri kente yardıma gelen bir Pers filosunu etkisiz kıldı. Miletos şiddetli bir saldırıya uğramıştı.
Kent, Helenistik Dönem’de sırasıyla Antigonos, Lysimakhos, Suriyeli Seleukoslar, Mısırlı Ptolemaioslar, Pergamonlu Attaloslar ve nihayet Romalıların egemenliği altına girerek bu evre için olağan iniş ve çıkışları yaşadı. Asia eyaleti bünyesinde Miletos diğerleri gibi zengin ve refah içinde, bir “özgür” kentti; bir çok güzel yapı ile donatılmıştı. Ama Maiandros’un biriktirdiği mil, kenti giderek daha tehlikeli bir boyutta tehdit ediyordu. İ.S.4. yüzyıl dolaylarında kıyı şeridi Miletos Burnu’nu geride bıraktı, kısa bir süre sonra da Lade bir ada olmaktan çıktı. Derken, sivrisinekler istila etti Miletos’u. Bir zamanların görkemli kenti adım adım , sıtmadan mustarip Balat Köyü’ne dönüşecekti.
Son kazılar Miletos’taki en erken yerleşmeyi, başka bir deyişle Yunan – öncesi döneme ait yerleşmeyi bir ölçüde aydınlatmıştır. Söz konusu yerleşmenin, bilinen ören yerinin güneybatısındaki düzlükte bulunduğu ve İ.Ö. 1600 dolaylarına, yani Minos ve Myken Çağı’na dayandığı anlaşılmıştır. Burada ele geçen azımsanamayacak miktarda Girit keramiği, Miletos’un Giritlilerce kurulduğunu dile getiren söylenceyi desteklemektedir. Eğer bu gerçekten doğru ise yerleşme bir ticaret merkezi değil – çünkü yukarıda da belirtildiği gibi Miletos’un kara bağlantıları zayıftır – doğuya giden yol üstündeki bir uğrak limanı olarak kurulmuştur.İ.Ö. 14. yüzyılda Girit’te Minos gücü silinirken Miletos’taki yerleşme, kalınlığı 4.27 m. yi aşan masif bir duvar ile çevrelenmiştir. Bu durum; belki yerleşmenin, Giritlilerin ellerinden Anadolulu bir kral soyuna, bir başka deyişle Troia Savaşı’na katılmış, “kaba ir dil konuşan Karialılar”ın atalarına geçtiği biçiminde yorumlanabilir.
Bunu izleyen olaylar henüz tam anlamıyla açıklığa kavuşturulmamıştır. Büyük sur uzun süre ayakta kalmamış, bir zaman sonra Yunan kolonistleri arkaik Athena Tapınağı’nı doğrudan sur kalıntıları üzerine inşa etmişlerdir. İ.Ö. 800 dolaylarında ise Miletos ören yerinin yaklaşık 3.22 km. güneybatısında, bugün Kalabak Tepe adı verilen tepe üzerinde savunmalı bir yerleşme kurulmuştur. Hafirler, Kalabak Tepe’nin eski Akropolisi oluşturmadığı görüşündedirler. Aslında, arkaik kentin konumu da henüz kesin bir biçimde belirlenmemiştir. Kazılarda saptanan kesin yangın izlerinden anlaşıldığına göre İ.Ö. 494 yılında Miletos, Persler tarafından tahrip edilinceye dek, Yunan – öncesi yerleşme alanında yaşam sürmüştür. Ancak geniş çaplı bir temizlemeye girişilmediğinden, buranın Thales ile Hekataios’un yaşadıkları kent olup olmadığı şimdilik bilinememektedir. Kalabak Tepe 1904-1908 yılları arasında kazılmış 3.66m. kalınlığında güçlü duvarlar ile kapıların yanı sıra konutlara ilişkin çeşitli temel kalıntıları ve küçük bir tapınak gün ışığına çıkarılmıştır. Ne var ki şimdi bunların tümünü görmek mümkün değildir. Çanak – çömlek parçaları, tepede İ.Ö. 8. yüzyıl dolaylarından İ.Ö. 494’teki Pers istilasına dek oturulduğunu ve bu tarihten sonra da tam anlamıyla terk edilmediğini ortaya koymaktadır.
Daha sonraki kentin büyük kalıntıları, görkemli tiyatronun gölgesi altında silikleşir. Günümüze gelen yapı aynı konumdaki öncülünün yerini almak üzere, İ.S.100 yılı çevresinde inşa edilmiştir. Nasıl Priene mevcut tiyatro yapıları içinde en iyi Hellenistik örneğini sunuyorsa, hiç kuşkusuz Miletos da Yunan-Roma tipini en güzel şekilde gözler önüne serer.Sahne yapısı genel formu açısından Ephesos’takine benzer. Cavea, Roma Dönemi tiyatroları için tipik, yarım daire biçimde yapılmıştır.Oturma yerleri ilk diazomaya kadar tümüyle korunagelmiştir. Bunların altındaki tonozlu geçitler, tonozlar ve vomitoriumlar da çok iyi durumdadır. “Loca” işlevli prohedriaya yalnızca iki paye ile belirginlik kazandırılmıştır. Üçüncü sıradan başlayıp, altıncıya dek devam eden öndeki bazı oturma yerlerinde, belirli kişi ya da topluluklar için ayrıldıklarını belirten birtakım yazıtlar vardır: Beşinci sırada “Tanrı Korkusu Taşıyanlar adı da verilen Yahudilerin yeri”, üçüncü sırada “Mavilerden kuyumcuların yeri” gibi-burada Bizans tarihinden tanıdığımız Maviler ve Yeşiller hiziplerinden biri kastedilmektedir. Üst diazomanın batı ucundaki merdivenlerin yukarısında ise tiyatronun yapımı sırasında meydana gelen bir iş anlaşmazlığına ilişkin ilginç bir yazıta rastlanmaktadır. Yazıttan anlaşıldığına göre çalışanlar,-bunlar olasılıkla köle değil, özgür kişilerdi-sözleşmedeki bazı maddelerden şikayetçi olmuş ve işi bırakarak, başka bir yerde çalışacaklarını duyurmuşlardır.Sorunun bir arabulucuya iletilmesine karar verilir. Arabulucu, Didyma Apollonu’dur. Apollon yapı tekniklerinden en uygun biçimde yararlanılmasını, yetenekli bir uzmana danışılmasını ve Athena ile Herakles’e kurban sunulmasını heksametron vezinle öğütler. Bu sözler, “Size işi en ekonomik biçimde yürütmenizi öğretecek birini bulun, yeterince para kazanabileceğinizi göreceksiniz” anlamına gelmektedir. Tiyatro inşaatında çalışanlar yevmiye karşılığında emek veren birer işçi değildi. Antik çağda yaygınlıkla gördüğümüz gibi, burada da işin tümünü üstlenen ve parça başı ücret alan bir grup usta söz konusuydu. (Olasılıkla) kendi yetersizlikleri yüzünden, işi kazançsız bulmuş ve sözleşmeyi bozmayı düşünmüşlerdi. Olay antik çağın, modern anlamda greve en çok yaklaştığı anlardan biridir. Apollon’un öğüdü başarıyla uygulanmış olmalıdır, yoksa bir yazıt ile belgelenmezdi.
Kent merkezi, tiyatronun doğusundaki düzlüktedir. Bu alçak alan her kış sel altında kalır.Didyma’daki büyük tapınak sayılmazsa Miletos’un en önemli kutsal yeri, Delphinion ya da Apollon Delphinios Kutsal Alanı idi. Onun da geçmişi çok eskilere gidiyordu. Kült, ilk İon göçmenlerince Atina’dan getirilmiştir.Delphinion’da ele geçen yazıtlar içinde İ.Ö. 6. yüzyıla tarihlenenler vardır. Bunlar olasılıkla ilk yerleşmeden taşınmıştır.Birisi avlunun güney yanındaki duvara örülmüştür. Delphinios adı, “yunus” anlamına gelen Yunanca sözcükten türemiştir, yani Delphoi adını açıklamaya çalışan eski bir söylenceye göre tapınağı için rahiplere gereksinim duyan Apollon ufukta bir Girit gemisi görmüş ve bir yunus biçimine girerek gemicileri tapınağın olduğu yere getirmiştir.Günümüzdeki kalıntılar Hellenistik Dönem’de yapılıp, Roma Dönemi’nde değişiklikler geçiren yapıya aittir. Yoğunlukla kullanılan pembemsi taşlar, yapıya özgün bir görünüm kazanmaktadır. Kazılar sırasında ortaya çıkarılan yaklaşık 200 yazıt kentin tarihi açısından büyük önem taşımaktadır.
İ.Ö.175 ve 164 tarihleri arasında inşa edilen bouleuterion, yani senato binası Miletos’tan günümüze ulaşan en eski yapılardan biridir. Oldukça iyi koruna gelmiş, yarım daire biçiminde bir toplantı salonu ile çok hasar görmüş bir ön avludan oluşur. Ön avlunun ortasında dikdörtgen biçimli bir yapının temelleri ortaya çıkarılmıştır. Son araştırmalar bu yapının Roma Dönemi’nde Miletos gibi bir kentin yerel hükümeti ile yurttaşların imparatora karşı duymak ve imparator kültü bağlamındaki tapım ve törenlerle kesin kurallara oturtmak zorunda oldukları sadakat arasında sıkı ilişkiler bulunduğunu göstermektedir.
Senato binasının karşısında kente su dağıtımını sağlayan nymphaion vardır. Ancak mevcut kalıntılar bir zamanlar güzel ve zengin bir görünüm sergilediği anlaşılan bu yapıyı yeterince tanıtacak düzeyde değildir. Bugün göze çarpan kemerli üç nişin üzerinde, yapıya arkadan ulaşan su kemerinin beslediği iki su deposunun yer aldığı anlaşılır.Bu depolarda biriken su hem kanallarla kentin çeşitli yerlerine dağıtılmış hem de nymphaionun önündeki büyük havuzda toplanmıştır. Havuz geride sütunlar, nişler ve heykellerle süslenmiş üç katlı bir cephe, iki yanda da iki katlı sütunlu galeriler ile sınırlanmıştır. Zengin süsleme, kazıda ortaya çıkarılan bazı parçalar dışında, yok olmuştur.
Tiyatronun yanı sıra Miletos’taki en iyi korunmuş yapılardan biri de Faustina Hamamlarıdır. Söz konusu Faustina, bu adı taşıyan iki imparatoriçe içinde, Genç sıfatıyla nitelenen Faustina olmalıdır. İmparator Marcus Aurelius’un eşi, başkalarının parasını savurganca harcamasıyla ünlüdür. Miletos’taki Faustina Hamamları, Roma tarzında hamamların eklendiği bir gymnasion ile yanındaki stadiondan oluşan bir komplekstir. Bu kitabın kaleme alındığı sırada bir tarla durumunda olan palaestranın doğusundan yapının ana bölümüne girilir. Kuzey-güney doğrultulu, ince uzun ir plan gösteren bu bölümün iki yanı boyunca küçük mekanlar sıralanmakta, kuzey ucu ise apsisli bir salon ile sona ermektedir. 1 no.lu salonda Apollon ve Mousaları betimleyen heykeller ortaya çıkarılmıştır. Bu durumda buranın bir ders ya da konferans salonu olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. 2 no.lu kısımdaki küçük mekanlar ise belki küçük birer derslik ya da tartışma yeridir. Güney uçtakiler hamama girmek isteyenlerin giyinip soyunmalarına yaramış olabilir. 1 ve 2 no.lu bölümler birlikte ele alındığında, Ephesos’taki Çift Kilisesi’nin öncülü olan Mouseion ile benzerlik hemen göze çarpacaktır.
Bu bölümü doğu ve güneyden sınırlayan hamamlar alışılageldiği üzere, çeşitli derecelerde ısıtılmış bir dizi odadan oluşur. Benzer bir uygulama Roma hamamlarının ardılı sayabileceğimiz Türk hamamlarında da karşımıza çıkmaktadır. Planda 3 no.lu mekan soğuk su ile dolu basit bir havuzu içerir. Havuzun bir kenarında, bir dirseğine dayanarak uzanmış bir nehir tanrısı, büyük bir olasılıkla Maiandros heykeli, öbür kenarında da mermer bir aslan heykeli vardır. Su, tanrı heykelinin kaidesinden ve aslan figürünün ağzından havuza akıtılmıştır. İyi korunmuş frigidariumda, heykeller de orijinal konumlarında kalabilmiştir. Mekanın güneyinde daha küçük bir frigidarium bulunmaktadır. Diğerleri içinde en ılık olan bölüm, tepidariumdur. Doğu kenardaki sıcak su havuzu, mekanı bir ölçüde ısıtır. 5 ve 5a no.lu mekanlar ise sıcaklığı, yani caldariumu oluşturur. Caldarium, hypokaust sistemi ile ısıtmıştır: Mekanın tabanı yaklaşık 75 cm. yüksekliğinde ayaklar üzerine oturtulmuş ve böylelikle aşağıda oluşan boşluğa, yan taraftaki külhandan çıkan sıcak havanın dolması sağlanmıştır. Caldarium duvarlarındaki nişler arasında bulunan künkler de sıcak hava dolaşımı ile mekanın ısıtılmasına yarar. En sıcak bölüm, hamama gelenlerin ter atıkları sudatoriumdur. Burada sıcak hava dolaşımını sağlayan künkler tüm duvarlar boyunca kesintisiz bir biçimde devam ettirilmiştir. Sudatoriumun kuzey yanı daha sonra bir havuza dönüştürülmüş, burada yıkananların 4 no.lu soğukluğa geçip, bir soğuk banyo aldıktan sonra hamamdan çıkmalarına olanak verilmiştir.
Dilek yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Aydın ili sınırları içinde 27.675 hektarlık bir alana sahiptir. Bu alanın 10.985 hektarı 1966 yılında Milli Park ilan edilen Dilek Yarımadası ’na aittir. Yarımadanın güneyine bitişik Büyük Menderes Delta sı 1994 yılında Milli Park’a eklenmiş olup; 16.690 hektar büyüklüğündedir.
Samsun Dağı’nın Ege Denizi’ne doğru uzantısıyla şekillenen, 20 km uzunluğunda ve ortalama 6 km genişliğinde olan Dilek Yarımadası’nın jeolojik yapısı, Paleozoik şist ler, Mezozoik kalkerler ve mermer ler ile Neojen tortul kütlelerden meydana gelmiştir. Yarımada kumlu, killi, yatık ve yüksek kıyı şekillerini içeren plajlarıyla ilgi çekici kıyı özelliklerine sahiptir. Morfolojik yapısı içinde birçok tepe, vadi, kanyon ve koy bulunmaktadır. Ortalama yüksekliği 650 m olan yarımadanın en yüksek yeri Dilektepe (Mykale) 1237 m’dir ve yarımada adını bu tepeden alır.
Gerek Dilek Yarımadası’nın, gerekse de Büyük Menderes Deltası’nın barındırdığı farklı ve çeşitli fiziksel özellikler bitki örtüsünün de kısa mesafeler içerisinde farklı ve çeşitli olmasına yol açmaktadır. Milli Park florasında 95 familyaya ait; tür, alttür ve varyete düzeyinde 804 adet bitki belirlenmiştir. Bu bitkilerden 6 adedi Dünya’ da sadece burada görülen (endemik) türlerdir. Bunlarla birlikte Türkiye için endemik olan 31 adet bitki türü vardır. Akdeniz Maki Florası’nın hemen hemen bütün bitki türlerinin en canlı ve sağlıklı örnekleri yer almaktadır. Dilek Yarımadası, Kuzey Anadolu ormanlık yörelerine özgü Anadolu kestanesi (Castanea sativa)’nin en güneye indiği, Adaçayı’nın Ege Bölgesi ’nde görülebildiği, ülkemizde birkaç yerde bulunan Kartopu (Viburnum tinus)’nun, Finike ardıcı 'nın (Juniperus phoenicia), Melez pırnal meşesi 'nin (Quercus ilex & coccifera)ve Dallı servi'nin (Cupressus sempervirens var.horizontalis)küçük orman toplulukları meydana getirerek yetiştiği tek yerdir. Başka deyişle, Milli Park, Akdeniz’den Karadeniz’e kadar tüm Anadolu’da varolan bitki türlerinin doğal olarak bir arada görüldüğü bir doğa müzesi olma özelliğini taşımaktadır. Bu çeşitlilik nedeniyle Dilek Yarımadası, Avrupa Konseyi tarafından Avrupa Biogenetik Rezervleri Şeması ’nda ‘Flora Biogenetik Rezerv Alanı’ kabul edilmiştir.
Dilek Yarımadası 36 tür memeli, 42 tür sürüngen ve 45 tür deniz canlısına evsahipliği yapmaktadır. Yunus ların ve deniz kaplumbağaları nın özgürce dolaştığı bu ortam içinde, türlü alg ler, ahtapot ailesinden kafadanbacaklılar, deniz kestaneleri ve deniz yıldızları, sünger ler ve pek çok balık türü yaşar. Sarpa, İskaroz, Papazbalığı, Karagöz, Melanur, Lapin, Mırmır, Sargoz, Hanoz, İskorpit, Kefal, Çipura bu balıklardan bazılarıdır. 1998 yılında Kavaklıburun koyu sahilinde karaya vuran, Akdeniz'de yaşayan bir tür olan Uzun balina (Baleoneptera phiselus linnea)’nın 14 metre boyundaki karkası Milli Park sahillerinin enderde olsa balinalara ev sahipliği yaptığını ortaya çıkarmıştır. Ayrıca yarımada, nesli tükenmiş ya da tükenmek üzere olan Anadolu parsı (Panthera pardus tulliana)’nın batıda yaşadığı son noktadır. Dünya’nın en nadir 10 adet deniz memelisinden biri olan Akdeniz Foku (Monachus monachus)’da yarımada kıyılarında yaşamaktadır. Yabandomuzu (Sus scrofa), Karakulak (Caracal), Vaşak (Lynx), Çakal (Canis aureus), Sırtlan (Hyaena), doğaya terkedilmiş, yabanileşmiş sığırlar ve atlar ile birçok hayvan türü yarımada faunasında bulunmaktadır.
Yarımadanın hemen güneyinde bulunan Büyük Menderes Deltası’nın en önemli su kaynağı, 584 km. uzunluğundaki Büyük Menderes Nehri’dir. Delta, morfolojik gelişimin hızlı olduğu ağız kısmında, bu gelişim sürecinin ürünü olan birçok lagün ile tuzcul bataklıklar ve çamur düzlüklerini kapsayan taşkın özelliğinde sulak alandır. Bu alan içerdiği biyolojik çeşitlilikten, nesli tükenmek üzere olan canlılardan ve endemik türlerden dolayı uluslar arası öneme sahiptir ve uluslar arası Ramsar, Bern ve Rio Sözleşmeleri ile Barselona Konvansiyonu ile korunmaktadır.
Deltada 255 adet kuş türünün yaşadığı ve bunlardan 70 adedinin ürediği belirlenmiştir. Nesli tehdit altında olan Cüce karabatak (Phalacrocorax pygmeus), dünyada toplam sayıları 3000 çift olduğu tahmin edilen Tepeli pelikan (Pelecanus crispus), Küçük akbalıkçıl (Egretta garzetta), Küçük kerkenez (Falco naumanni) ve Akkuyruklu kartal (Haliaeetus alblcilla) deltada üreyen önemli kuş türleri arasındadır.
MÖ 9.yüzyılda 12 İyon kentinin kutsal toplanma merkezi olan Panionion, antik Thebai kenti, Ayayorgi Manastırı, tarihi Doğanbey köyü (Domatia) ile Karine Manastırı, Hagios Antonios Manastırı, Melia antik kenti, Lade adası ve Zeus mağarası’da Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı sınırları içerisindedir.
Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı sahilleri, Türkiye’nin yapılaşmanın olmadığı, en temiz ve doğal kıyılarındandır. Milli Park’a gelen yerli ve yabancı ziyaretçiler, düzenlenmiş alanlarda günübirlik olarak; 2004 yılı uluslar arası Mavi Bayrak ödüllü koylarında Deniz Sporları yapabilecekleri gibi, Doğa Yürüyüşü, Kaya Tırmanışı, Dağ Bisikleti, Foto Safari, Manzara İzleme, Olta Balıkçılığı, Kültürel Yürüyüşler, Kuş Gözlemciliği, At Safari, Motosiklet Safari ve Botanik Turu etkinliklerini de yapabilirler.
Milli Park sınırları içerisindeki eski Doğanbey Köyü, 1924 yılındaki nüfus mübadelesi ne kadar Rum halkı tarafından Domatia adıyla iskan edilmiş, daha sonra bir Türk köyü halini almıştır. Aydın ilinin Söke ilçesine bağlı tarihi Priene kenti ile Güllübahçe yolunun ilerisinde Tuzburgaz ve Atburgaz köylerinin hemen ardında yer alan bölgedeki son yerleşim yeridir. Samsun (Mykale) Dağları'nın güney yamacına dayalı, milli parkın delta alanına yukarıdan bakan Doğanbey, 1800 yıllarında padişah fermanıyla adalardan getirtilerek burada iskan edilmiş Rumların ve mimarisinin en güzel örneklerini sergileyen bir açık hava müzesi gibidir. Köy alanında orijinal tarihi yapılar ile Şapel ve Kilise bulunmaktadır. Doğanbey'de bulunan ve 1890'da inşa edilerek önce hastane sonra okul, ardından da hayvan barınağı olarak kullanılan 115 yıllık bina restore edilerek, 2004 yılı Temmuz ayında Ziyaretçi Tanıtım Merkezi olarak hizmet vermeye başlamıştır. Ziyaretçi Tanıtım Merkezi’nin içinde bulunduğu Eski Doğanbey Köyü, antik çağlardan günümüze uzanan bir geçmişe sahiptir. M.Ö. 7.yy'dan günümüze uzanan bir geçmişe sahip olan Doğanbey çevresinde, eski Gümrük binalarının olduğu Karina, antik yerleşim Tebai, Lade adası ve Şorlak şelalesi bulunmaktadır.
MAİANDROS/MENDERES Deltası'nın içindeki diğer kentler, GELEBEÇ'teki PRİENE, BALAT'daki MİLETOS, LADE ADASI/BATMAZ TEPESİ, Daha güneyde MİLET'E bağlı DİDYMA APOLLON TAPINAĞI, LATMOS HERAKLEİA'sı/BAFA GÖLÜ, KAPIKIRI KÖYÜ, İONİAPOLİS/BATMAZ GÖLÜ ve MYOUS'tur.
Milli Park sınırları içinde ayrıca Anadolu sahillerinin bir Ege adasına (Sisam) (Samos) en yakınına vardığı nokta olan Dilek burnu yer almaktadır (Sisam'dan uzaklığı yaklaşık 1500 metre)
Menderes nehrinin denize döküldüğü yerde, nehrin yatak değiştirmesi ve taşıdığı alüvyonların eski koy ve körfezlerin önüne tıkayarak denizden ayırması sonucunda irili ufaklı pek çok göl ve lagün oluşmuştur. Bir kısım Söke ovasını taşkından koruma çalışmaları sırasında kurutulduğu için sadece kış ve ilkbahar mevsimlerinde su bulundurabilen bu göller sırasıyla; Serçin köyü batısındaki Yazır Gölü, Sarıkamer Köyü güneyindeki Karagöl, Azap Köyünün kuzeybatısındaki Afşar ve Azap Gölleri, Emirler Köyü güneyindeki Karacahayat Gölü ve Menderes deltasında yer alan lagünlerle birlikte bölgenin en önemli sulak alanlarından olan Bafa gölüdür.
Bafa gölü kuş varlığı yönünden tek başına bile A sınıfı niteliğe sahip olmasına rağmen, ekolojik olarak Menderes deltasının bir parçası olduğu için birlikte ele alınmıştır.
Büyük Menderes Deltası
Koruma Statüsü: Deltanın 16.675 hektarlık kısmı 8.7.1994 de Dilek Yarımadası Milli Parkı sınırlarına dahil edilerek koruma altına alınmıştır.
Coğrafi Koordinatları: 37o 34’ Kuzey- 27o13’ Doğu
Menderes Deltası sulak alan ekosistemi, Ege Bölgesinde Menderes nehrinni denize döküldüğü yerde, nehrin taşıdığı alüvyonlar, deniz hareketlerinin oluşturduğu lagünler ve taşkın ovalardan oluşmaktadır.
İdari olarak Aydın ili sınırları içerisindedir.
Deltada yer alan lagünler (Karine Lagünü, Mavi Göl, Derin Göl, Kara Göl) arasında kuş varlığı ve yaban hayatı yönünden en önemlisi yaklaşık 2100 hektar büyüklüğündeki Karine Lagünüdür (Dil gölü).
İnce-uzun bir kordonla denizden ayrılan lagünün kuzeyden denizle bağlantısı vardır. Derinliği ortalama 1 m. civarındadır.
Delta ağzı ve çevresindeki topraklarda tuzluluk oranı fazla olduğu için bitki örtüsü zayıftır. Yer yer tuzcul bitkiler bulunmaktadır
Menderes nehri ve kanallar boyunca, sazlar, kamışlar, hasırotu ve ılgınlar mevcuttur. Kuzeydeki tatlı su kaynaklarının bulunduğu yerlerde geniş sazlıklar, bataklıklar ve sulak çayırlar yer almaktadır.
Lagünler, Menderes nehrinin ve denizin etkisi altındadır. Kış mevsiminde, yağışların ve Menderes nehrinin etkisiyle tuzluk azalmakta, yaz sonlarında ise buharlaşmanın etkisiyle Ege Denizinden daha tuzlu olabilmektedir.
Ekolojik yönden orta gıdalı bir sulak alandır.
Karine lagünü Ege Bölgesini en önemli dalyanlarından biridir. Balıkçılık yöre halkının temel geçim kaynağı olup, başta kefal, sazan, çipura, barbun çıran ve yayın balığı bulunmaktadır. Lagünlerin sığ ve zengin tatlı su kaynaklarına sahip olması, kuşlar için olduğu kadar değer canlıların ve balıkların üremesi ve beslenmesi için de ideal ortamlar oluşturmaktadır.
Ege Bölgesindeki balık çiftliklerin yavru balık ihtiyacının tamamına yakını Menderes deltasındaki lagünlerden karşılanmaktadır.
Delta, ılıman iklimin koşulların, değişik özelliklerdeki zengin habitatları ile çok sayıda kuşa kuluçka imkanı sağlamakta göç esnasında konaklayan ve kışlayan kuşlar için cazip bir ortam oluşturmaktadır.
Yapılan gözlemler sonucunda, delta ve çevresinde 208 kuş türü tespit edilmiştir. Bu türlerden 68’i delta ve çevresinde kuluçkaya yatmaktadır. Sayıları yıllara göre 50.000 ile 100.000 arasında değişen sukuşu deltayı üreme, beslenme ve kışlama amacıyla kullanmaktadır. Tüm dünyada nesli tehlikede olan ve sadece 2000 birey civarında kaldığı tahmin edilen Tepeli pelikanın dünyadaki üçüncü büyük kolonisi burada kuluçkaya yatmaktadır.
Yeni yazı ve fotograflar yüklenecek.
20 Nisan 2011 Çarşamba
Daldis/Nardi Kalesi/Kemer-Karaağaç-Salihli
Yöre Halkı bu kalıntılar alanına NARDİ KALESİ diyor. Kendi halinde mütevazı bir köy, Salihli İlçesi, KEMER KÖYÜ, KARAAĞAÇ Mahallesi yakınında DALDİS. DALDİS'in yerini (Lokalizasyonunu) ilk kez BURESCH saptadı ve AUS LYDİEN adlı kitabında yayınladı. Kemer Köyüne gitmek için, önce SALİHLİ-GÖLMARMARA yolunu izleyiniz. Bu yolun başlangıcından yani İZMİR-ANKARA anayoluna bağlandığı kavşaktan sonra 4km gidince sağınızda köylere ulaşım sağlayan bir yol göreceksiniz. Bu yola saparak, kuzeye gidiniz.3km. ilerde ELDELEK Köyü'nden geçeceksiniz. Ondan 4km.sonra yol üça ayrılacak, siz doğuya, tam kuzeybatıya sapacak olursanız 7km. ilerde KEMER DAMLARI köyüne geleceksiniz. Orada yine bir yol ayrımı var, yine kuzeye yönelerek 3km. sonraki kavşakta da kuzeybatıya, KURTUTAN Köyüne yönüne değil, Kuzeydoğudaki KEMER Köyü'ne gelirsiniz.
DALDİS Roma egemenliği döneminde gelişmiş bir kentti. Sikke basıyordu. İmparator Vespasianus ve ğulları döneminde bir saygı gösterisi olarak, bir ara FLAVİAPOLİS (FLAVİA Yurdu, kenti) olarak anıldı. Osmanlı döneminde de NARDİ diye anıldı, sonra da terkedildi ve yıkıntıya dönüştü. Kalıntılar, Karaağaç Mahallesi İlköğretimokulu avlusunda tutulmakta... Zemin ilkçağ keramik kırıklarıyla dolu.
KAYNAKLAR:SALİHLİ TARİHİ:TEOMAN ERGÜL 1982
LYDİA:BİLGE UMAR- İnkilap yay. 2001
AUS LYDİEN: BURESCH
19 Nisan 2011 Salı
3 Nisan 2011 Pazar
Madra Dağı/Pindasos
Bergama'nın kuzeyinde, Adramytteion/Ören-Burhaniye'nin yanıbaşında, Kisthene/Passandra/Gömeç'in çevresinde uzanan dağlar silsilesidir Madra Dağı. Kuzeyinde antik İda salınır. Kozak çukurunda granit kütlelerle güçlenir. Bergama akropolü ile Kaikos/Bakırçayı izler...Edremit Körfezi ve Madra/İda çanağında en önemli araştırmaları yapan Prof. Dr. ENGİN BEKSAÇ Madra Dağı'nın en önemli yükseltisinin KUYUMCU Köyü'ndeki KAPLAN SİVRİSİ AKROPOLÜ ve Buradaki TRARİON Antik kenti olduğunu vurgulamakta. Bazı kitaplarda En yüksek tepesinin MAYA Tepesi olduğu yazılmakta. MAYA Tepesi denizden 1344 metre yükseklikte olduğu SEFA TAŞKIN'ın MYSİA VE IŞIK İNSANLARI kitabında vurgulanmakta. MADRA Anadolu'da yaşayan en eski yer adlarından. Luvi ve ardılı dillerde Ana Tanrıça'nın erkeği anlamına gelmekte. (Bilge UMAR-Türkiye'deki tarihsel adlar-İnkilap yay) PİNDASOS ismi ise daha geç Hellenistik dönemdeki adı, yine UMAR bu ismin de pinda assa suyu bol yerleşim, köy anlamına geldiğini belirtiyor. MAYA adı da ilginç, yine Anadolu'lu eski dilleri anımsatıyor. Madra Dağı yakınlarındaki en öneml akarsu Ayazmend deresi diye bilinen eski çağdaki ismiyle GRYLLİOS yani MADRA ÇAYI'dır.
Madra Dağı çevresindeki antik yerleşimler
ADRAMYTTEİON: Ören
İOLLA: Ören civarı
ADRAMYTTEİON çevresi KAYA SUNAKLARI
TRARİON: KUYUMCU, Kaplan sivrisi akropolü
KİSTHENE: Kız çiftliği, Gömeç
PASSANDRA: Gömeç
PYRRHA: Karaağaç kıyısı
KORYPHANTİS: Keremköy yakını
HERAKLEİA: Çakalya, Ayvalık
TIFILLAR: Ayvalık
HEKATONESSOİ: Yund adaları, Ayvalık Adaları
PERPERENE: Kozak, Aşağıbey
ATARNEUS: Dikili, ağıltepe
KARİNE: Nebiler Köyü ılıcası yakını
PERGAMON: Bergama
ALLİANOİ: Paşa ılıcası
ELAİA: Zeytindağ, Kazıkbağları
TEUTHRANİA: Kalargatepe, Ovacık
KANAİ: Bademli, Killik
Devam edecek.
2 Nisan 2011 Cumartesi
Kalanda/Gelenbe, Yortan yöresi, Kaya mezarları
Astepe ve Karamanlı mevkilerinde Romalılar ve Bizanslılar”a ait hassas oyulmuş taş yapılar ve mezarlar,ayrıca Gelenbe çevresinde tarihi mezarlar bulunmaktadır.
XIII. Yüzyıl Bizans Devri piskoposluk listelerinden birinde “Stratonikeia veya Kalandos” şeklinde bir ifadenin geçmesi, Ramsay gibi bazı bilim adamlarının bir Helenistik Devir ve Roma Dönemi kenti olan Stratonikeia ile bir Bizans yerleşimi olan Kalandos”un Siledik”te yer aldıklarını düşünmelerine neden olmuştur.Ancak Prof.L.Robert ve onu izleyen birçok tarihi coğrafya araştırmacısı,bir Bizans yerleşimi olan Kalandos”u bugünkü Gelenbe”de lokalize etmektedir.Nitekim Gelenbe”de bu düşünceyi destekleyen bir yerleşim ve bazı Bizans yazıtları ele geçmiştir.Anlaşılan,Stratonikeia ile Kalandos Bizans devrinde aynı piskoposluğa bağlı bulunmaktaydılar.Kalandos adının -nd ile biten bir gövdeye sahip olması,buranın Hititlere kadar gerilere giden çok eski bir yerleşim yeri olduğunu düşündürmektedir.Kalandos adının daha geç devir kayıtlarında Kalamos “Kamış” şeklinde anılması,bu yer adının Grekçeleştirildiğini düşündürmektedir. Kalanda,Balıkesir,Akhisar arasındaki Gelenbe”nin bulunduğu yerde idi. Kalanda ismi Umar'a göre Kala-Wanda yani kıyısı olan anlamına gelmekte. Bilge Umar; kıyı yerleşimin Bakırçay/Kaikos 'ta kıyısı olmasıyla bağlantısını kuruyor.İmparator Friedrich Barbarossa komutasındaki Haçlı Ordusu 1190”da buradan geçerek Thyateira”ya/Akhisar'a doğru ilerlemiştir. Bizans İmparatorluğu Döneminde,692”de piskoposluk merkezi olmuştur. Arkeoloji kazıları yapılmadığından,toprak üzerinde de buluntu ve kalıntılara rastlanmamış olup,tarihi ile ilgili bilgilerimiz yetersizdir.
Yortan köyü, şimdi Bostancı adını taşıyor ve Manisa ilinin Kırkağaç ilçesi Gelenbe bucagına bağlı bulunuyor; köy, Gelenbenin 7 km. güneyindedir.1900 ve 1901 yıllarında yapılan sözde bilimsel kazılarla, sonrada yürütülen kaçak kazılarla talan edilen eski tunç çağı mezarlıgıdır. Alışılagelen Yortan mezarlıgı deyimine ragmen, orada gerçek bir höyük vardır. Höyügün yakınlarındaki, Phrgy uygarlıgı ile daha sonrasından kalma, kaya mezarı, zemin kayası traşlanması ile düzeltilmiş tapkı alanı, höyük üzerinde 1980 lerde bir iki köy evi yapılmış olmakla birlikte, görünür hiçbir tarihsel yapı kalıntısı, hatta izi yoktur. Buna karşılık, yüzeyde bile, İÖ 3. binyılın, elde yapılmış kaba keramiginin parçaları, hayli bol sayıda görünür. Höyükte, 1900-1901 yılında yapılan kazıda dahi yapı izine raslanmaması, orası sadece bir nekropolis alanı oldugu için degil, yerleşim birimindeki evlerin yapı malzemesi olarak yalnız kerpic ve . agaç kullanılmasından ve bu tür malzemenin birkaç yüzyılda topraga dönüşüp höyük biçiminde yıgılmasından dolayı idi. Gerçekten, höyük topragı alüvyon topragı gibi incecik yapıda ve akışkandır; oysa çevredeki topragın yapısı böyle degildir. Yortan höyügünün mezarlıgı, çogunlugu yurt dışına kaçırılmış pek çok buluntu vermiştir. Ancak 1900-1901 kazısı buluntularının kayda geçirilmesine karşılık, daha sonraki kazılar kacak yapıldıgından, üstelik aynı kültüre ama aslında o yörede degişik buluntu yerlerinden çıkartılan ve çogunlugu şimdi nereden çıktıgı saptanamayanbu gibi keramik öte berinin tümüne birden yortan kapları deniyor. deyimin bu geniş anlamı ile, çıkarılan yortan kaplarının bir haylisi yabancı müzelerin, Türk ya da yabancı derleme meraklılarının, antikacılarınelinde ise . de, müzelerimizin malvarlıgına gecebilenler oldukca bol sayıdadır. bu arada Manisa arkeoloji müzesinde Yortan kaplarının zengin bir derlemesi vardır. Yortan mezarlıgındaki sözde bilimsel kazıyı, Osmanlı hizmetindeki bir mühendis olan Paul Gaudin 1900 ve 1901 kazılarını yürütmüştü. Kazı ve sonucları hakkunda tam bir rapor hiçbir zaman hazırlanmadı sadece 1901de Academie des Inscriptions et Belles-Lettres üyelerine buluntulardan bazıları gösterildi ve kısa bir bildiri sunuldu. Fakat, bilimsel bir rapor hazırlanmamış olması nedeniyle, bilim dünyası buluntuların önemini anlayamadı. Buluntu alanının stratigrafisi (kalıntı tabakalarının çizimle belirtilmesi) üzerine, hatta Yortan halkının ölüleri gömme tarzı üzerine bilgi edinilmedigi gibi yortanın nerede oldugu bile belirsiz kaldı. Üstelik, o zamanın . olanak ve gelenegini izleyerek Gaudin de kazı buluntularını Türkiye dışına çıkarmış, bunları Avrupa’nın birçok müzesi almıştı; bu dagılmış buluntuların hepsine ulaşıp onlar üzerinde çalışma yapmak pek zorlaşmıştı.